Milenyum ’da Türklüğün Ne'liği Üzerine
Akademi dünyasında oryantalizmin gelişmesi ve Osmanlı düşün hayatındaki ilerlemeler üzerine Türkistan’a yönelen batılı aydınlar ve Türk mütefekkirler, Türklük üzerine çeşitli tanımlar yapmıştır. Bu hususta çalışmalar yapan ve düşünce üreten kimselerin başında Barthold ve Vambery gelmektedir. Bu kimselerin fikirleri bilimsel çerçevede olmakla beraber bizim içimize sinen ve kabul görmesi daha muhtemel olan fikir Ziya Gökalp’in “Türk demek Töreli demektir.” sloganıyla meşhur fikirleridir. Gökalp’in fikirleri Türklük tanımını “epistemolojik” tartışmalardan “ontolojik” süreçlere ilerletmiştir. Bu fikirler Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ve düşünce hayatında uzun bir süre egemen olsa da devam eden süreçte Irk bilimi ile yapılan tetkiklerle farklı tanımlar ve farklı tanımlama usulleri ortaya çıkmıştır. Şu bir gerçektir ki rahmetli Ziya Gökalp, bu tanımı yaparken ırk bilimi esaslarının ve oryantalistlerin yaklaşımın pek tabii farkında idi. Lakin o bu tanımı yaparken Türklüğün ne’liğini cismani değil ruhani kavramış bir Türk mütefekkiriydi. Bundan mütevellit ne siyasetçiler ne de batılılar gibi niyeti meçhul kalan yaklaşımlara girişmemiş, öz ve net şekilde bir tanım ortaya koyabilmişti.
Milliyetçi seciyeye sahip olduğunu iddia eden her Türk araştırmacı, bilimsel düşüncenin birikimli ve sistemli olduğunu kabul ederek; milli faraziyeler çerçevesinde oluşmuş birikimin havuzunda yüzmelidir. Konumuz Türk kimliği olduğundan “Gökalp” havuzunun birikiminde yüzmekteyiz.
Dünyada iktisadi sistemin değişmeye başladığı 15. Yüzyıldan itibaren başta olağan kültürel değişimler, ardından suni politik hamlelerle millet tanımları değişmeye başlamıştır. Özellikle 19. Yüzyılda millet bilincinin lehine gelişen düşünce hayatı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Varoluşçu ve Liberal cereyanlarla aleyhte seyretmiştir. Küreselleşen dünyanın kurulan yeni kurumları ise millet tanımlarını ve etnik birikimleri değiştirmeye başlamıştır. Ülkemizde de 1980’den sonra başlayan Neo-Liberal politikalar ile Türklüğün Ne’liği üzerine bir hayli tartışma yaşanmıştır. Bu tartışmaların bir kısmı iyi niyetli olmakla beraber büyük bir kısmı ekmeğini emeğinden/devletinden değil de efendisinden yiyen beşinci kol personellerinin tartışmalarıdır. Bu personeller, milenyumdan sonraki siyasi ve sosyo-kültürel zeminden faydalanarak, Türk gencinin zihnini kuşatmaya başlamıştır. Bu kuşatmayı kırmaya memur edilen çevreler ise basiretsiz kalmıştır. Halbuki biz milliyetçilere göre Türklüğün ne’liği; atalarımızın fütuhatı ve milli mütefekkirlerimizin çalışmalarıyla tespit edilmişti.
Geldiğimiz noktada 21. Yüzyıl dairesinde yaşayan vatandaşlarımız, soyca/dince/maddeler çevresinde belli kimlik tartışmalarına maruz kalmaktadır. Bu tartışmaların lüzumu, varlığı, yönü asla sarih olmamakla beraber hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Ülkemizdeki tartışmaların yanı sıra birer beşinci kol faaliyeti olmakla beraber Türk çocuğunu kıskaca almaya çalışan batı taassubu fikirler, ülkemizde kol gezmekte ve teveccüh görmektedir. Batılı taassup; kadın-erkek ilişkilerini, aile düzenini, milletlerin hususi özelliklerini, cinsiyetleri, inançları tehdit ederek hayatın tabii akışını tehdit etmektedir. Bu tehdidiyle, Türklük gibi binlerce yıllık töre birikiminden mürekkep bir kavramı da hedef tahtasına koymuştur. Ülkemizde soyca Türk olan bir kısım gençlerimiz ise kafelerde boş sohbetler ve lüzumsuz tartışmalar ile Antik Yunan tiyatrosu görünümünde bir yapıda duruyor ve kick bass gürültüleri sanat zannedip, batının palampoş giyimine özenerek ya çıplak geziyor yahut reklam panosu gibi sokaklarda yürüyor. İçler acısı bir görünüm sergileyen Türk gençliği; ailesinin çabası ve gayretiyle, devletinin harcamalarını boşa çıkarıp, batının miskin gençlerine özeniyor. İşte bu ahval ve şerait içerisinde, zaman akıp fikri işgal yayıldıkça; milliyetçi kimseler için Türklüğün ne’liği üzerine daha boyutlu düşünceler gelişmeli ve yayılmalıdır.
Ne’liğe matuf olacak bir düşünce derlemesi, ancak milletimizin gerçekleri ve milenyumun gerekleri çerçevesinde yapılabilir. Tarihsel sürece ve hayatın gerçeklerine başvurulduğu zaman, Türklüğü soyca bir kalıba sığdırmak doğru olmamakla beraber Türklüğe zarar verip niteliğini küçültmektedir. Türklüğü kafatasındaki mm’lik çıkıntılarda, bıyıkta, omurgada arayanlar hem hayal kırıklığına uğrayacak hem de Türklüğe bir hayli zarar vermiş olacaktır. Türk’ün camideki, mezhepteki konumunu arayanlar ise binlerce yıllık mazisi olan ulu bir çınara karşı bölücü bir faaliyette bulunmuş olacaktır. İşte Ziya Gökalp, bu durumdan mütevellit gerek ırk bilimi usullerine gerek siyasi muhabbetleri ittihaz etmeyip, Türklüğü cismani değil ruhi bir zeminde görmüş olmalıdır. O halde Türklüğün gerçek ne’liği nedir ve ne olmalıdır? Türklük bir isim midir yoksa bir fiil midir?
Bugün Anadolu’da bir dükkân sahibinin yahut bir belediye işçisinin birine “gavur tohumu” diyerek onu sosyal dışlamaya maruz bırakıp resmen Türk olmaktan meneden tavrı, hangi sebepten ortaya çıkmaktadır? Sıradan eğitimli/eğitimsiz bir vatandaş hangi filtrelerle birinin Türk olup olmadığına karar vermektedir? Bu sorular tam anlamıyla özümsenmeden ve cevabı yine kökünde aranmadan ortaya konacak tanımın/yasanın/sloganın bir geçerliği yoktur. Bu sorulardan açıkça tek bir yanıt çıkmaktadır: “Türklük bir erdemdir”. Erdem ise müspet davranış kalıplarıdır. Bu müspet davranış kalıpları ise sosyo-kültürel boyutta bir aşure görünümü çizmektedir. Türklük bu aşure görünümünün bıraktığı bütünleşik tatta yatmaktadır. Türk; namaz kılmasa bile mukaddesatına düşkün olana, namusundan-vatanından geçemeyene, sevdiğini usulünce sevene, çöpleri toplayıp bizim hayatımızı kolaylaştıran işçiye bilinçle bakana, çocuğunu okutup ortaya medeni bir insan çıkartan öğretmene hürmet edene, yere çöp atmaktan imtina edip de çöpünü elinde taşırken çevreye konteynır koymayan belediyeye söylenene, ince düşüncesini hayatın her alanına yayana ve bu gibi basit-karmaşık-zor müspet davranış kalıplarına sahip olup, bu vatanın bir ferdi olduğunu iddia eden, vatandaşlık gereğini yerine getirene denir. İşte bu nedenledir ki bu özelliklere sahip olmayıp, müspet davranış kalıplarına riayet etmemiş kimselere tabiri caizse “gavur” denmektedir. İşte bundandır ki kendisini Ermeni olarak addeden millete dahi müspet davranış kalıplarına sahip oldukça “gavur” denmemiş, “tebayı sadıka” denmiştir. Ve yine bundandır ki Aliya İzzetbegoviç, Yahya Sinwar, Şamil Basayev gibi soyca Türk olmayan kahramanlar, yukarıda vasıfları zikredilen Z kuşağının yozlaşmış gencinden daha Türk’tür.
Türklüğün ne’liğine dair zikredilen düşünceler metnin akışından da anlaşılacağı üzere şahsım tarafından ortaya konmamış, güncel tartışmaların ve ahvalin gidişatından ötürü malumun hatırlanmasına niyetle yazılmıştır. Türklüğün bir fiil özelliği gösterip, soyu-zürriyeti eksen almayıp, erdem odaklı bir kavram olduğunu anlamak için tarihsel süreçteki millet-devlet ilişkisine bakmak ve sıradan vatandaşa kulak vermek gerekmektedir. Bugün Toros eteklerinde yaşayan bir Türkmen için inancıyla, yaşamıyla, adaletiyle ez cümle; erdemli duruşuyla hasıla gelmiş bir vücut Türk’tür. Siyasetçilerin ve “post-modern ekser ulemanın” cümleleri yalnızca kendi sosyetik yaşamlarını bağlamakta olup hayatın gerçeklerine dahil değildir.
Gerek bu metnin yazılma sebebi gerek bu fikirlere ittihaz etmemin sebebi olan şey açıktır. Yukarda da bahsedildiği gibi “Batılı Taassup”. Bu taassup ile Türk milleti, bir noktada sert bir harbe tutuşacaktır. Kaldı ki taassup, savaşını ilan etmiş ve Türk milletine karşı hamlelerini yapmaktadır. Türk evladı da bu harbin bilinciyle kendi cephesinden iştirak etmek zorundadır. Lakin bu harp, meydanlarda kan dökerek olmayacaktır. Bu harbin cepheleri sokaklarda ve evlerdedir. Türk çocuğu ise bu cephelerde; iyi baba olarak, iyi arkadaş olarak, iyi evlat olarak, çalışkan öğrenci olarak, yere çöp atmayarak, dini kutsiyetlerini yücelterek, üreterek, Türk’çe yaşayarak, Türkçe konuşarak, Türk’çe giyinerek, Türk’çe sevdalanarak, tevriye üslubuyla; Türkü dinleyerek bu harbin cephelerinde bulunacak ve muzafferiyete yaklaşacaktır. Türk evladı, medeniyetler üstü seviyede bulunan töreli Türklüğüne sarılmış halde, tüm hücreleriyle beraber asrın melhame-i kübrasına hazır olmalıdır.
Değerli zamanını ayırıp, derdimi dinleyen sayın okurlara; Hüseyin Nihal Atsız’ın “Bütün Türk Gençliğine” şiirini armağan ediyor ve hürmetlerimi iletiyorum. Sağlıcakla…
Aziz Şükrü Yeldan, yeldanaziz6854@gmail.com