OSMANLI HUKUKU ÜZERİNE BİR İNCELEME
Bir imparatorluk, kutsal hukukla töresel gelenekleri nasıl aynı kazanda eritebilir?

Osmanlı Devleti, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri değişmez ve köklü devlet anlayışının, göç yolları ve yeni fetihlerle birleşerek Anadolu’ya ve Rumeli’ye yayılmasıyla hayat bulmuştur. Bu geleneksel anlayış, yalnızca askeri düzenin veya coğrafi yerleşimin ötesinde, hâkim sınıfın, beylerin ve Türkmen–Oğuz gruplarının yüzyıllardır bağlı kaldığı adete, inanca dayalı bir yapı olarak ortaya çıkmış; bu yapı, ilerleyen yüzyıllarda devletin idari, hukuki ve toplumsal ilişkilerinin temellerini oluşturmuştur. Eski Türk devlet geleneğinin bu derin kökleri, ilerleyen dönemlerde, Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısının ve devlet fermanlarının temelinde, hem şer’î hukuk hem de örfi, yani geleneksel hukuk unsurlarının bir arada var olmasına olanak tanımıştır.
İlk dönemlerde, devletin kuruluş aşamasında hâkim olan bu anlayış; devletin kuruluşunu gerçekleştiren beyliklerin, ataerkil yapıları ve törelerine dayalı olarak ortaya çıkmış; adeta “atadan kalma” bir düzenin sürekliliğini sağlamak amacıyla uygulamaya konulmuştu. Türklerin Orta Asya’da uzun yıllar boyunca benimsedikleri bu devlete ait anlayış, hem askeri disiplinin hem de idari usullerin şekillenmesinde belirleyici rol oynadı. Devletin erken dönemindeki bu düzen, kurucu unsurlar olarak şer’î hükümler kadar, yerleşik örf ve adetlerin, törelerin ve geleneksel uygulamaların da bir sentezi olarak ortaya çıktı. Bu durum, ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin, merkezi otoriteyi güçlendirmek için uyguladığı reform hareketlerinde bile, köklü geleneklere referans verilmesinde kendini göstermiştir.
Osmanlı idaresinin ilk yıllarında, Orhan Bey döneminde, devlet düzeni büyük oranda töre ve yasa esasına dayalı olarak kurgulanmıştı. Bu dönemde, hem yeni fetihlerle genişleyen topraklarda hem de mevcut yapının korunması yönündeki ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak, hükümdarın ve yetkin idarecilerin kararlarında hem dini normlar hem de geleneksel örf esaslı hükümler bir arada kullanıldı. Hâkim sınıfın, beyliklerin ve Türkmen gruplarının yüzyıllardır süregelen geleneklerinin etkisiyle şekillenen bu idari düzen, daha sonra ortaya konulacak olan “örfi hukuk” unsurlarının ilk izlerini barındırıyordu. Devletin bu erken dönemindeki uygulamalar, ilerleyen zamanlarda merkezileşen bir idarenin ve karma bir hukuk sisteminin oluşumunda zemin hazırlamış; belgeler ve vakıf–temlik kayıtları aracılığıyla merkezi idarenin geliştiğini biz günümüzde de görmekteyiz.
Bir yandan da, erken dönemlerde devletin idaresinde yer alan şer’î prensipler ile geleneksel örf ve adetler arasında sürekli bir etkileşim söz konusuydu. Bu etkileşimin dikkat çekici örneklerinden biri, Pir Mehmed’in fetvasında kendini gösterir. Fetvada, raîyetin yani halkın, babasının kaçtığı toprağa geri getirilmesi meselesine dair, “gerçi şer’î maslahat değildir” ifadesiyle bu uygulamanın şer’î hükümlere aykırı olduğu belirtilmiştir. Ancak konunun çözüme kavuşturulmasında dört temel unsurun dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır: Şer’î olmayan bir durumun varlığı, buna dair yaygın bir adet veya genel telakki, hükümdarın iradesi (emr-i âli) ve genel düzenin bunu gerektirmesi. Bu durum, örfî hukuk ile şer’î hukukun birlikte değerlendirildiği bir yaklaşımın benimsendiğini göstermekte; ilerleyen dönemlerde devlet idaresinde uygulanan pragmatik anlayışın ilk örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
I. Bayezid döneminde ise Osmanlı Devleti, merkezi hazineyi genişletmek, yeni vergiler koymak, defter ve tahrir usullerini uygulamak, kadılık müessesesinde ıslahat yapmak gibi önemli adımları atmaya başlamıştır. Bu dönemde, Çandarlı Ali Paşa’nın önderliğinde gerçekleştirilen bu reform hareketleri, yalnızca merkezi idarenin güçlenmesini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda padişahın hukuk meselelerinde tek başına hüküm vermeye kalkışması gibi örneklerle de ortaya konulmuştur. Rivayetlere göre, Bayezid’in kendi başına bir hukuk meselesinde hüküm vermeye çalışması, ileri gelen Mehmed Fenâri gibi isimlerin tepkisini çekmiş; bu durum, devletin idari düzeninde merkeziyetçi bir otoritenin ne denli önemli olduğunu ortaya koymuştur. Böylece, hem şer’î hükümlerden sapmaların hem de örfi düzenlemelerin uygulanması, Osmanlı Devleti’nin idari ve hukuki yapısının evriminde belirleyici rol oynamaya başlamıştır.
Devletin yaşamış olduğu iç çekişmeler ve parçalanma dönemleri de, bu sürecin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Fetret Devri olarak adlandırılan dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç mücadelesinin, parçalanmanın ve düzensizliklerin hakim olduğu bir süreç olarak kayda geçmiştir. Geleneksel olarak 1413 yılına tarihlenen bu dönem, aslında Düzmece Mustafa’nın 1422’de ortadan kaldırılmasıyla son bulmuştur. Bu çalkantılı dönemde, devletin iç işleyişinde yerel bey ailelerine ve vakıf düzenlemelerine verilen tavizler, merkezin güçlenen devletçi ve Sünni siyasetine karşı taşradaki hoşnutsuzluğu dengeleme amacı güderken, idari politikalarda esnekliğin zorunluluğunu açıkça ortaya koymuştur. II. Murad döneminde ise, devletin bu çalkantılı süreçten çıkışını belgeleyen pek çok vesika günümüze ulaşmış; 1431 tarihli Arvanid-ili timar defteri, örfi vergi esaslarının ve askerî sınıfların durumunun ne denli detaylı bir biçimde belgelendiğini göstermektedir. Bu belgeler, ilerleyen yüzyıllarda Fâtih Kanunnamesi gibi düzenlemelerin temellerinin aslında çok daha önce atıldığını ortaya koymaktadır.
Fâtih Sultan Mehmed, devlete ait kanûnları toplama ve düzenleme sürecine girdiğinde, sadece yeni kurallar üretmekle yetinmemiş; geçmişten kalan, atalar döneminde uygulanmış olan kanûnları da bir araya getirerek, bu unsurları kendisinin “benim dahi kanûnnumdur” ifadesiyle meşrulaştırmıştır. Padişah, Nişancı Leyszâde’ye Divan’da amel edilmek üzere bir kanûn tanzim etme emri vermiş; bu emir doğrultusunda, ataların geçerli kanûnları birleştirilmiş, padişahın gözden geçirip eksik noktaları tamamlamasıyla birlikte resmi bir kanûn metni ortaya çıkmıştır. Bu metin, yalnızca devletin merkezi otoritesini pekiştirmekle kalmamış, aynı zamanda idari ve hukuki uygulamalarda, şer’î ve örfi unsurların nasıl bir araya getirileceğinin de somut bir göstergesi haline gelmiştir.
Ancak, Fâtih’in bu düzenlemeleri tek başına padişahın getirdiği yenilikler olarak değerlendirilmemelidir. Onun tahta çıkışından hemen sonra, Osmanlı tarihinde kardeş katli uygulamaları gibi dramatik olaylar da yaşanmış; bu uygulamalar, devletin iç istikrarını sağlamak adına, aile içinde bile uygulanan acımasız yöntemler olarak tarihe geçmiştir. I. Bayezid’in Kosova Savaşı sırasında, iç savaş ihtimalini ortadan kaldırmak için kardeşi Yakub’u idam etmesi, sonrasında ise I. Mehmed’in, büyük oğlu Muradı veliahd ilan etmesi sürecinde, iki küçük oğlunu ölümden kurtarmaya yönelik alınan önlemler, devletin aile içindeki çatışmalara karşı ne kadar sert bir tavır sergilediğini göstermektedir. II. Murad’ın, kendisine karşı başlatılan isyanları bastırmak adına kardeşi Mustafa’yı yakalayıp idam etmesi, Bizans tarihçisi Ducas’ın da belirttiği gibi, Osmanlı’da kardeş katlinin eski bir âdet haline geldiğini ortaya koymuştur. Fâtih’in ise tahta çıkışının hemen ardından, atalarının izinden giderek küçük kardeşi Ahmed’i ortadan kaldırması, bu uygulamaların devlet düzeninde meşru görülmesi adına yapılan müzakerelerin ve fetvaların bir sonucuydu. Ulemanın da onayıyla, “karındaşların nizâmı için katletmek münasiptir” şeklinde ifade edilen bu yaklaşım, hem devletin iç istikrarını korumaya yönelik acımasız yöntemlerin hem de şer’î hükümler ile örfi gelenekler arasındaki karma ilişkiyi gözler önüne sermiştir.
Devletin idari ve hukuki yapısında örfi hukukun etkileri, yalnızca aile içi düzenlemelerle sınırlı kalmamış; aynı zamanda vergi uygulamalarında, ceza sistemlerinde ve kamu düzeninin sağlanmasında da kendini göstermiştir. Osman Beğ bac adıyla anılan örfi vergi uygulamaları, devletin geleneksel yapısına dayanırken, fetva kurumunun özellikle kamu işlerinde yetersiz kalması, sultan tarafından verilen hükümlerle telafi edilmiştir. Hatta, devletin pratik gereksinimleri uğruna hazırlanan hukumlerle tam uyumlu görünmese de, sivil otoritenin devamı ve kamu yararının gözetilmesi amacıyla bu hükümler mecburiyetle uygulanmıştır. Türk tarihçi ve devlet adamı Tursun Bey, "Her insan toplumu, İslam toplumu da dahil olmak üzere, bekası için sivil bir otoriteyi kabul etmelidir" diyerek siyasetin önemine dikkat çeker. Tursun Bey’e göre, siyasetin hikmete dayandığı takdirde, insanın tabiatında bulunan ve her iki dünyada da mutluluğa götüren mükemmelliği gerçekleştirme amacına hizmet eder. Bu tür bir siyaset, ilahi siyaset olarak adlandırılır ve buna şeriat denir. Şeriat, dindar bir kişinin diliyle ifade edilen, mutlak doğruyu ve adaleti temsil eden bir yönetim anlayışıdır; bunun kurucusu da peygamberdir. Ancak, eğer otorite bu düzeyde değilse ve yalnızca akla dayalı olarak, tıpkı Cengiz Han’ın dünyada düzen kurma amacını benimsediği gibi bir siyaset uygulanırsa, buna "sultani siyaset" ya da "padişah yasağı" denir. Başka bir deyişle, bu tür bir siyaset "örf" olarak adlandırılabilir. Bu anlayış, Osmanlı'da kanunların belirli bir örf ile oluşturulmasını sağlayan "Kanûnnâme-i Sultânî ber Mûceb-i 'Örf-i Osmânî" adlı mecmuada da somutlaşmıştır. Bu görüş, Osmanlı’da padişahın fermanlarıyla şekillenen örfi hukukun, şer’î hükümlerle beraber devlet düzenini sağlamada ne denli önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir.
İlk dönemlerde, padişahların önemli siyasi kararlar alırken fakihlere danışmaları, ilerleyen dönemlerde ise Şeyhülislamlık makamının kurulması, devletin dini ve hukuki meselelerinin uzman ellerde toplanması için atılmış adımlar arasında yer aldı. Ancak Fâtih’ten sonra, özellikle devletin idari alanında, kanûn yapma faaliyeti tamamen padişanın kontrolüne geçerek, merkezi otoritenin güçlendirilmesinde belirleyici olmuştur. Devletin bu iki ayrı alanı – askeri kanûnlar ve reâyâ kanûnları – arasındaki ayrım, Osmanlı Devleti’nin yapısının temel dinamiklerinden biri olarak kendini göstermiştir. Askere ait kanûnlar, devlet hizmetinde bulunan tüm sınıfları kapsarken, reâyâ kanûnları, askerî sınıf dışında kalan tebaa üzerinde uygulanarak, toplumun sosyal ve ekonomik yapısının düzenlenmesinde merkezi bir rol oynamıştır. İstanbul’un fethinden hemen sonra tertip edildiği iddia edilen bu kanûnlar, daha eski dönemlerden miras kalan düzenlemeleri de içinde barındırmakta ve böylece Osmanlı idaresinin hem geleneksel hem de yenilikçi yönlerini ortaya koymaktadır.
Geniş coğrafyaya yayılan ve çeşitli toplumsal, ekonomik yapıları içinde barındıran Osmanlı Devleti, asayişi sağlamak ve kamu düzenini korumak adına zaman zaman ağır ceza politikalarına başvurmuştur. Devletin mali sıkıntıların yaşandığı dönemlerde para cezaları; deniz seferleri ve donanma harekâtlarının sürdüğü zamanlarda ise kürek cezası gibi uygulamalar, devlete özgü pragmatik çözümler olarak karşımıza çıkmıştır. Bu durum, İslam kısasının öngördüğü katı ceza yöntemlerinin ötesinde, örfi hukukun sunduğu alternatif yaptırımların devlet yönetiminde nasıl yer bulduğunu göstermektedir. Özellikle geniş topraklarda asayişin sağlanmasının zorluğu, devletin yerel idari organlarının, kaza organlarının şer’î ideal düzen yerine, somut durumlara göre farklı yaptırımlar getirebilmesine olanak tanımıştır.
Kanûnların yazım tarzında ise iki farklı yaklaşım görülmektedir. Bazı kanûn metinleri, meseleciliğe dayalı olarak önce örnek olayları verip sonra bu olaylardan yola çıkarak genel kuralı ortaya koyarken; bazıları modern anlamda soyut sistemle kaleme alınmıştır. Örneğin, zina suçu gibi konularda sabit şer’î ceza uygulanması beklenirken, suçun işlendiği koşullar, kişinin maddi durumu, toplumsal konumu gibi unsurlar göz önünde bulundurularak farklı para cezaları öngörülmüştür.
Devletin uygulama alanında bir diğer dikkat çekici husus ise meyhane ve içki konusundaki düzenlemelerdir. 1476 yılında gayrimüslim tebaa için meyhane açılmasına izin verilmiş; ancak Kanuni döneminde, örneğin 1555 yılında, meyhanelere kesin yasaklar getirilmiştir. Bu çelişkili uygulamalar, Osmanlı Devleti’nin farklı sosyal grupların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, belli dönemlerde esnek bir yaklaşım benimsediğini göstermektedir. Müslüman tebaa arasında şarap içme suçu için uygulanan hadd cezası, Hz. Muhammed döneminde ayaklara 40 sopa vurulması şeklinde öngörülürken; Fâtih’in kanun padişahisinde “eğer biregű hamr içerse, Türk veya şehirli olsa, kadı tazir uygulasın, iki ağaca bir akçe ceza verilsin” şeklinde bir hüküm yer almıştır. Bu örnek, şer’î hükümler ile örfi düzenlemeler arasında zaman zaman görülen farklılıkların, toplumsal ve idari ihtiyaçlar doğrultusunda nasıl uyarlanabildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
16.yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı padişahları, meyhane uygulamaları hususunda titizlikle planlanmış müdahalelerde bulunmuşlardır. III. Mehmed, I. Ahmed, IV. Murad, IV. Mehmed ve III. Selim gibi saltanat mensupları, kamu düzenini koruma ve toplumsal denetimi güçlendirme hedefiyle meyhanelerin işleyişinde çeşitli düzenlemelere gitmişlerdir. Bu müdahaleler, devletin ekonomik ve sosyal yaşam üzerindeki doğrudan etkisini ortaya koymakta ve yönetim anlayışının dinamizmini gözler önüne sermektedir. Özellikle III. Selim döneminde, Rusya ve Avusturya ile süregelen savaşların yarattığı ortamda meyhanelerin kapatılması yönünde sayısız ferman yayımlanmıştır.Benzer şekilde,II. Mahmud döneminde Yunan İsyanı’nın patlak vermesiyle askeri güvenliği sağlamak amacıyla meyhanelere yönelik kısıtlamalar getirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin ceza hukukundaki uygulamalar da, hem şer’î hükümlerden sapmaların hem de örfi hukuk prensiplerinin getirdiği esnekliğin bir göstergesidir. Cinsel organ kesme, dağlama, kazığa vurma ya da beytülmalden mal çalmaya teşebbüs edenleri öldürme gibi cezaların uygulanması, bazı kesimler tarafından şer’î hukuka aykırı olarak değerlendirilmiş; bu uygulamaların İslam hukukunun ruhu ve özüyle örtüşmediği ileri sürülmüştür. Devlet, özellikle ceza hukuku alanında, ta’zir hakkı kapsamında suç-ceza dengesini göz önünde bulundurmaksızın, bazı durumlarda aşırı ve ağır yaptırımlar uygulamıştır. Bu durum, kaza organlarının, şer’î ideal düzen yerine, kamu menfaati ve idari-siyasi maslahat gereği farklı kararlar alabildiğini ortaya koymaktadır.
Bir diğer önemli örnek, Osmanlı’daki miri arazi sistemidir. İslam hukukunda özel mülkiyet esasken, Osmanlı Devleti fethedilen toprakların mülkiyetini devlete ait saymıştır. Ebüssuut Efendi, miri araziyi şeriata uygun göstermek için bu sistemi kira akdiyle açıklamış, tapu resmini peşin kira, öşrü ise harac olarak yorumlamıştır. Ancak bu izahlar, mevcut düzeni sonradan meşru göstermek amacıyla yapılmış bir tefsirden ibarettir. Devletin idari ihtiyaçları için getirilen bu sistem, kamu yararını bireysel mülkiyetin önüne koymuştur.Bu durum, Osmanlı hukuk sisteminde örfi hukukun şeriat hükümlerine üstünlüğünün zamanla nasıl içselleştirildiğinin bir göstergesidir. Böylece, devletin ekonomik çıkarları, bireysel mülkiyet hakkının önüne geçmiştir.
Sultan II. Mahmud döneminde, reform hareketlerinin hız kazandığı bir ortamda, Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi gibi isimler, padişahın reform politikalarını destekleyecek nitelikte atanmış; ancak daha sonra padişahın politikalarına muhalefet ettiği gerekçesiyle görevden alınmış ve yerine daha uygun görülen başka isimler getirilmiştir. Bu durum, reform hareketlerinin Osmanlı idaresinde ne denli tartışmalı ve dinamik bir yapıya sahip olduğunu, farklı siyasi ve idari unsurlar arasında sürekli bir çekişmenin yaşandığını göstermektedir. III. Selim döneminde ise, meşhur Çerkezizade Mehmed Said Efendi’nin reformlara tam destek vermemesi nedeniyle azledilmesi, merkezi otoritenin ne kadar katı bir disiplinle yönetildiğini ortaya koymuştur.
Yerel idari belgelerden örnekler vermek gerekirse, Kazâ-i Yenişehir’den Kalender ve Çine kazasından elde edilen örnekler, bölgesel idarecilerin uyguladığı cezai yaptırımların, örfi hukukun etkisiyle nasıl şekillendiğini göstermektedir. Bu belgelerde, adam öldürmeye karşı uygulanan kürek cezası gibi yaptırımların, şer’î ideal düzenin ötesinde, yerel idarenin somut ihtiyaçlarına göre belirlendiği, kamu menfaati gözetilerek farklı kararların alındığı açıkça ortaya konulmaktadır.
Tüm bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’nin idari ve hukuki yapısının, şer’î hükümler ile örfi geleneklerin bir arada nasıl var olduğunu, her iki unsuru da birbirini tamamlayacak şekilde evrimleştirdiğini ortaya koymaktadır. Devlet, kurucularının Orta Asya’dan getirdiği köklü gelenekleri, Anadolu ve Rumeli’de yerleşik olan örf ve adetlerle harmanlayarak, geniş bir coğrafyada asayişi sağlamaya, kamu düzenini korumaya ve ekonomik ihtiyaçlara cevap verebilecek esnek bir yapı oluşturmuştur. Bu yapı, kardeş katli gibi dramatik uygulamalardan, vergi ve ceza sistemlerine; meyhane düzenlemelerinden reform hareketlerine kadar uzanan çok katmanlı bir sistem olarak, devletin varlığını sürdürebilmesinde temel rol oynamıştır.
Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’nin tarihsel süreci, başlangıcından itibaren merkeziyetçi otoritenin, dini ve örfi hukuk unsurlarının, toplumsal düzenin ve ekonomik gereksinimlerin sürekli etkileşim içinde olduğu dinamik bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Kuruluş yıllarından itibaren, hem şer’î hukuk hem de örfi düzenlemeler, padişahların fermanlarında, idari belgelerde, fetvalarda ve yerel uygulamalarda kendini göstermiş; bu unsurlar, zamanla birbirine entegre olarak Osmanlı’nın eşsiz idari ve hukuki mirasını oluşturmuştur. Böylece, devlete özgü bir devlet anlayışı, hem geleneksel Türk devlet geleneğinin hem de İslam’ın şer’î hükümlerinin etkisiyle, pratik, esnek ve çoğu zaman tartışmalı yollarla hayata geçirilmiştir. Osmanlı, geniş coğrafyaya yayılmış tebaa arasında asayişi sağlamak, iç çekişmelerin ve isyanların önüne geçmek, aynı zamanda ekonomik düzeni ve kamu güvenliğini tesis etmek için, hem geleneksel örf hem de şer’î prensipleri kendi içinde harmanlamayı başarmıştır.