AHMET ANAPALI'NIN TARİH DIŞI İDDİALARINA EL CEVAP

Merhabalar sevgili okurlar, bu yazımda YouTuber Ahmet Anapalı’nın 18 Mayıs 2025’te yayınladığı “ENVER PAŞA’YI YARGILIYORUZ” adlı videoda ortaya koyduğu, tarihî gerçeklerle bağdaşmayan iddialara tarihî kaynaklar ışığında yanıt vereceğim. Lafı fazla uzatmadan ilk iddiasıyla başlamak isterim izninizle..

AHMET ANAPALI'NIN TARİH DIŞI İDDİALARINA EL CEVAP

1. Enver Paşa Almancı mıydı? 

Enver Paşa’nın Almanya ile olan ilişkilerini değerlendirirken, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girmesini yalnızca İTC dönemine bağlamak ciddi bir tarihî cehalettir. Çünkü 1914’te imzalanan Türk-Alman Askerî İttifakı, yaklaşık 200 yıllık bir tarihsel arka plana sahiptir. Bu ilişkilerin temeli, 1761’de Osmanlı ile Prusya arasında imzalanan Ticaret Antlaşması’yla atılmıştır. 1790’daki Askerî İttifak Antlaşması, bu işbirliğini daha da ileri taşımıştır. 1836 yılında Prusyalı subay Helmuth von Moltke’nin başında bulunduğu askerî heyetin Osmanlı hizmetine girmesi, askeri ilişkilerde kurumsal bir dönemin başlangıcı olmuştur. 1882’de ise önce Köhler, ardından Goltz Paşa öncülüğündeki Alman askerî heyetleri Osmanlı ordusunun modernleşmesinde doğrudan rol almıştır. Bu süreç, Osmanlı-Alman ilişkilerinin yüzeysel değil, tarihsel bir süreklilik içinde geliştiğini açıkça göstermektedir. 

Ayrıca Ahmet Anapalı'nın da belirttiği gibi, Osmanlı Devleti'nin Almanya ile ittifak kurmadan önce İtilaf bloğuna girme çabaları oldu. Bu doğrultuda ilk olarak Maliye Nazırı Cavid Bey öncülüğünde İngiltere'ye bir ittifak talebinde bulunuldu. Ancak İngiltere, "Rusları gücendirmemek" ve İtalya'yı Almanya'ya kaptırmamak (Trablusgarp Savaşı devam ediyordu) gerekçesiyle bu teklifi nazikçe reddetti. Türk Hükûmeti 1913'te benzer bir teklifi tekrarladı ancak yine ret cevabı aldı. İngiltere'den sonuç alamayan Osmanlı yönetimi, bu kez 10 Mayıs 1914'te ebedi düşman Rusya'nın kapısını çaldı. Talat Bey'in girişimiyle yapılan bu görüşmede Rusların cevabı olumsuz oldu. 2 Ağustos 1914'teki gizli ittifak antlaşmasından önceki son deneme ise Cemal Paşa öncülüğünde Fransa'ya yapıldı, fakat bu da kabul görmedi. Devletin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak isteyen vatansever İttihatçılar, İtilaf Devletleri'nden umduklarını bulamayınca Almanya'ya yakınlaşmak zorunda kaldılar. 

Şimdiden “Peki neden tarafsız kalmadılar?” sorusunu duyar gibiyim. Bu soruya öncelikle Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözüyle cevap vermek isterim. 

Birinci Dünya Savaşı’na katılmamak, elbette ki çok daha iyi olurdu; fakat buna maddeten imkân yoktu. Çünkü katılmamak, silahlanmış bir tarafsızlığı — yani Boğazların kapalı tutulmasını — gerektiriyordu. Ancak vatanımızın coğrafi konumu, İstanbul’un stratejik önemi ve Rusların İtilaf Devletleri safında yer almış olması, Osmanlı Devleti’nin bu büyük savaşa sadece seyirci kalmasını imkânsız hâle getiriyordu. Üstelik silahlanmış bir tarafsızlığı sürdürebilmek için gereken para, silah, sanayi gücü; kısacası, gerekli araç ve gereçlerden de yoksunduk. İtilaf Devletleri’nin — özellikle İngiltere’nin — yardım etmemesi bir yana, Osmanlı halkının dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği parayla yaptırılan gemilere el koymaları, toplam yedi milyon liraya zorla el konulması, zaten güvensizliği pekiştirmişti. Bununla da kalmamış, İtilaf Devletleri daha savaş ilan edilmeden dört ay önce, Osmanlı aleyhine bir Ermenistan Devleti kurulmasına karar verdiklerini açıklamışlardı. Hatta Bolşeviklerin yayımladığı gizli antlaşmalardan anlaşıldığına göre, İstanbul bile Çarlık Rusyası’na vaat edilmişti. Tüm bu unsurlar, Osmanlı Devleti’nin savaşa İtilaf Devletleri’ne karşı katılmasının kaçınılmaz ve mecburi bir karar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 

Yine İttihat ve Terakki üzerine araştırmaları ile tanınan Feroz Ahmad Hoca da bu konuda şöyle demişti; 

Tarafsızlık, akla gelen ve en mantıklı çözüm yolu gözükse de, savaş patladıktan sonra Türkiye'nin tarafsız kalmasına öbür devletlerin göz yumması pek beklenemezdi. Üstelik Balkan savaşlarından sonra İstanbul'daki hava, tarafsızlık politikasını psikolojik yönden olanaksız kılmaktaydı... İttihatçılar tarafsız kalındığı ve tecrit siyaseti benimsendiği sürece, Büyük devletlerin Türkiye'yi aralarında paylaşacaklarından emindiler. Bu inançlarını doğrulayan bir sürü tarihsel kanıt vardı. Bu nedenle Üçlü ittifakla birleşmeye çalışılmış ama bir başarı sağlanamamıştı. Sonunda, gittikçe artan bir korkunun etkisi ile Almanya'ya dönen Ittihatçılar, onun ittifak teklifini büyük bir sevinçle kabul edeceklerdi. 

Kafkas Cephesi çalışmaları ile tanınan Tuncay Öğün Hoca da kitabında şunları yazmıştı; 

Bugün aklı yerinde hiçbir fert Sevr Anlaşması'yla yok sayılan Türk milli varlığının silaha sarılarak müdafaa edilmesi zorunluluğundan nasıl şüphe edemiyorsa 1914'te de büyük muharebeye Türkiye'yi iştirak ettiren hüküm ve sebeplerin meşruiyetinden de süphe edemez. 1914'te Türkiye'nin bütünlüğü ve istiklali bugünkü kadar hatta bugünden fazla tehdit altındaydı. 1914 ile 1919 arasındaki fark 1914'te aynı milli tehlikenin herkes tarafından şimdi olduğu gibi açıkça görülememiş olmasıdır. Bugün Türkiye'yi silaha sarılarak mücadeleye mecbur eden sebepler Türkiye'yi 1914'te İtilaf devletlerine karşı mücadeleye mecbur eden nedenlerdir. 

Son olarak da Birinci Dünya Savaşına girişle ilgili başucu kaynağı niteliğinde olan Harb-i Umumi Eşiğinde adlı kitabın yazarı olan ve Birinci Dünya Savaşı ile ilgili çalışmaları ile tanınan Mustafa Aksakal bu beyhude iddia ile alakalı şunları yazmıştı; 

Enver'in tek başına imparatorluğu savaşa sürüklediğini savunan akademisyenler, aslında tam tersi yönde kanıtlar ortaya koymuşlardır. Örneğin, Tuncer Baykara, 1912 ve 1913 yıllarında gerçekleşen Balkan Savaşları’nda alınan ağır yenilgilerin ve bu savaşların sonucunda yüzbinlerce Müslümanın Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmasının, toplumda derin bir aşağılanmışlık duygusu ve güçlü bir intikam arzusu yarattığına dikkat çekmiştir. Baykara, 1913 yılında yayımlanmış bir coğrafya ders kitabından oldukça aydınlatıcı bir paragraf aktarır: "1912’de Balkan hükümetleri Türkiye aleyhine ittifak ettiler. Türkiye, elim olaylar neticesinde İstanbul, Boğazlar ve Edirne vilayetinden başka bütün Rumeli’yi kaybetti. Bu araziyi paylaşmak için müttefikler birbirleriyle boğaz boğaza geldiler. Bu esnada birçok Müslüman ve Türk’ün masum kanı akıtıldı. Kadın, çoluk çocuk demeden kesildi, biçildi. Köyler yakıldı, yıkıldı. Şimdi Rumeli’de her taşın, her toprağın altında intikam bekleyen binlerce parçalanmış, gözleri oyulmuş, karınları deşilmiş ceset var... Bizden gasp edilen hakkın iadesi için çalışmak, seller gibi akıtılan masum ve günahsız kanların gelecekte intikamını almak, evlat ve torunlarımızın üstlenmesi gereken bir vatan vazifesidir." 

Tüm bu veriler ışığında Enver Paşa'nın Almancı olduğu iddiası, yüzeysel ve indirgemeci bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir. Osmanlı'nın Almanya ile ittifaka yönelmesi, yalnızca bireysel tercihlere değil; derin tarihsel bağlara, jeopolitik zorunluluklara ve dönemin uluslararası dengelerine dayanmaktadır. İtilaf Devletlerinin Osmanlı'yı dışlayan ve tehdit eden politikaları, İttihat ve Terakki'nin Almanya ile yakınlaşmasını kaçınılmaz hâle getirmiştir. Bu tercih, hayatta kalma refleksiyle şekillenen stratejik bir zorunluluktu. Dolayısıyla Enver Paşa'nın tavrı, şahsi hayranlıktan çok, devletin bekasına yönelik bir yöneliş olarak okunmalıdır. 

Peki savaş süresince Almanya ile Enver Paşa ilişkisi nasıldı? sorusunu duyar gibiyim. 

Osmanlı Devleti, Almanya'nın yanında savaşa girmeyi aceleye getirmemiş, aksine bu süreci olabildiğince ertelemeye çalışmıştır. Nitekim daha anlaşmanın imzalandığı 2 Ağustos günü, Alman Genelkurmay Başkanı Moltke, Osmanlı’nın derhal Rusya’ya savaş ilan etmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu baskılara rağmen Osmanlı temkinli davranmış, savaşa doğrudan girmemek için direncini sürdürmüştür. Bu süreçte yaşanan önemli gelişmelerden biri de, Goben ve Breslau adlı Alman savaş gemilerinin ani bir emirle Osmanlı kıyılarına gelmesidir. Bu hareket, yalnızca bir askeri gelişme olarak kalmamış, aynı zamanda Osmanlı’yı savaşa sürüklemeye yönelik bilinçli bir girişim olarak değerlendirilmiştir. Hatta Souchon’un hatıraları incelendiğinde, bu olayın arkasında Osmanlı’yı savaşın içine çekme amacı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Gemilerin İstanbul’a varmasının ardından, Berlin’deki Osmanlı askeri ateşesi Cemil Bey, Alman Bahriye Nazırı ile gerçekleştirdiği görüşmeyi İstanbul’a bildirmiştir. Bahriye Nazırı, Osmanlı’nın hâlâ savaşa girmemesinden duyduğu memnuniyetsizliği dile getirerek, en azından bu iki geminin Karadeniz’e açılmasına izin verilmesini talep etmiştir. Hatta Osmanlı Hükûmetinin sadece zahiren bir protesto açıklaması yapmasının ya da göstermelik bir şekilde ateş açmasının yeterli olacağını belirtmiştir. Ancak Enver Paşa, seferberlik tamamlanmadan ve Bulgaristan’la tam bir anlaşma sağlanmadan atılacak böyle bir adımın Çanakkale Boğazı’nı İngiliz saldırılarına açık hâle getireceğini ifade ederek bu önerilere karşı çıkmıştır. Enver Paşa’nın bu temkinli tutumu, Ekim ayının sonuna kadar devam etmiştir. Bu ısrarlar Eylül ayının ilk haftasından itibaren daha da artmıştı. Buna en iyi örnek ise Moltke’nin 4 Eylül tarihinde Liman von Sanders’e göndermiş olduğu telgraftı. Moltke mesajında Alman kararagahında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı izlenen baskı politikasının ağırlaştırılmaya başladığını haber veriyordu. İmparatorluk faal bir askeri rol üstleninceye dek bütün malzeme ve mali yardım talepleri artık askıya alınacaktı. Ve dediği de olmuştu Almanya 10 Eylül 1914’te Osmanlı’nın askeri yardım taleplerini reddetmiştir. 

Amiral Suchon, beklediği onayı ancak 14 Ekim'de alabilmiş ve yazılı emri 22 Ekim'de Enver Paşa'dan teslim almıştı. Aynı dönemde İstanbul'da bulunan Alman subayı Pirle'ye göre, Paşa'nın bu harekata onay vermesinin nedeni, Almanya'dan istenen borcun tamamının alınmış olmasıydı. Bu gelişme üzerine Enver Paşa, 21 Ekim'de Alman Büyükelçisine, önümüzdeki günlerde Rusya'ya karşı savaşa başlanacağını bildirmişti. Gerekli izinleri alan Suchon, 27 Ekim'de Goben, Breslav ve çeşitli küçük gemilerden oluşan 14 parçalık Osmanlı filosunu harekete geçirdi. Verilen emri 29 Ekim'de yerine getiren gemiler, 31 Ekim'de İstanbul'a döndüler. Bu gelişmeyle birlikte Osmanlı Devleti fiilen savaşa girmiş oldu ve kısa süre sonra İtilaf Devletleri tarafından savaş ilan edildi. 

Birinci Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Devleti ile Almanya arasında kurulan askerî ve siyasî ittifak, her iki tarafın farklı çıkar ve yaklaşımlarından dolayı sık sık gerilimler yaşanmıştır. Bu sürecin merkezinde yer alan Enver Paşa, Osmanlı ordusunun komuta bütünlüğünü ve bağımsız karar alma yetkisini korumak için büyük çaba harcamış, Almanların dayatmalarına karşı kararlı bir direniş sergilemiştir. Özellikle 6. Ordu Komutanı von der Goltz’un 1916’da vefat etmesinden sonra doğan komutanlık boşluğu, iki taraf arasındaki görüş ayrılıklarını açıkça gözler önüne sermiştir. Almanlar, bu makama kendi generallerinden Liman von Sanders’i getirmek istemiş; ancak Enver Paşa bu fikre şiddetle karşı çıkarak ordunun başında bir Türk komutanın olması gerektiğini savunmuştur. Bu çekişme sonucunda Almanlar geri adım atmak zorunda kalmış ve 16 Ağustos 1915’te yapılan anlaşma ile İran’daki askerî harekâtların komutası Osmanlı Başkomutanlığı’na devredilmiştir. Bu karar, Osmanlı'nın askerî alanda bağımsızlık konusundaki kararlılığını açıkça ortaya koymuştur. 

 Enver Paşa’nın Alman askerî varlığına duyduğu mesafe, savaşın başında dahi kendisini belli ediyordu. 17 Ağustos 1914’te Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanı Albay Cevat’a gönderdiği emirde, Alman komutan Weber Paşa'nın verdiği emirlerde herhangi bir sakınca görülürse bunların uygulanmadan önce kendisine iletilmesini istemiştir. Benzer şekilde, Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı için Liman Paşa’nın önerilmesine de karşı çıkmış ve sonucunda kendi istediğini yapmıştır. Enver Paşa ile Liman Paşa arasındaki görüş ayrılıkları 1916 itibarıyla daha belirgin hâle gelmiş; Liman Paşa, Berlin’e gönderdiği raporlarda Enver’in emirleri değiştirmesinden ve kendisini cephe dışına sürme girişimlerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. 

İttifakın belki de en kritik sınavlarından biri, Kafkasya ve Bakü meselelerinde yaşanmıştır. Almanya, Osmanlı’nın bu bölgelerdeki harekâtını durdurmasını istemekteydi. General Seeckt ve Hindenburg gibi Alman komutanlar, Enver Paşa’ya bu yönde telkinlerde bulunmuş; ancak Enver, Kafkasya’daki Ermeni saldırılarını gerekçe göstererek bu talepleri reddetmiştir. Hatta Hindenburg’un 9 Haziran 1918 tarihli telgrafına Enver Paşa sert bir şekilde karşılık vermiş ve bu tutumun devamı hâlinde görevinden istifa edeceğini bildirmiştir. Bu gerilim üzerine 13 Temmuz’da Enver Paşa, harekâtı durduracağı izlenimi vermiş; fakat perde arkasında kardeşi Nuri Paşa’ya gönderdiği gizli emirlerle operasyonları sürdürmüştür. Enver’in bu çelişkili tutumu, Alman tarafında ciddi bir güven krizine neden olmuş; Ludendorff tarafından gönderilen mektupta, Bakü harekâtı durmazsa tüm Alman subaylarının geri çekileceği tehdidi yapılmıştır. Ancak tüm bu baskılara rağmen harekât devam etmiş, hatta 10 Haziran 1918’de Türk ve Alman birlikleri arasında doğrudan çatışma yaşanmıştır. 

 Enver Paşa’nın savaş boyunca izlediği çizgi, Almanlara tamamen tabi olmayan ama gerektiğinde diplomatik dengeyi koruyarak çıkar sağlamaya çalışan bir tutumdur. Almanlar, Osmanlı’yı çoğu zaman kendi hedeflerine hizmet eden bir araç olarak görürken; Enver Paşa da bu ittifakı Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek ve gerektiğinde kendi inisiyatifiyle yönlendirme çabasında olmuştur. Özellikle Kafkasya ve Azerbaycan’a yönelik yapılan askerî müdahaleler, Berlin’i büyük bir telaşa sürüklemiş; çünkü bu hareketler, Almanya’nın siyasî ve askerî planlarıyla örtüşmemekteydi. Enver Paşa’nın bu harekâtlarda kardeşi Nuri Paşa ve amcası Halil Paşa’yı ön plana çıkarması, Osmanlı tarafının kendi iç dengelerini ve çıkarlarını öncelediğini göstermektedir. İttifak boyunca süren bu karşılıklı güvensizlik, tehditler ve restleşmeler, Osmanlı-Alman ilişkilerini sürekli olarak kırılma noktasına taşımış; ancak her iki tarafın da savaş şartlarında birbirine olan bağımlılığı, bu çatışmaların tam anlamıyla bir kopuşa dönüşmesini engellemiştir. Yine de bu süreç, Osmanlı'nın bağımsız bir siyasî ve askerî aktör olarak kendi çıkarlarını ne denli ısrarla savunduğunun en açık göstergelerinden biri olmuştur. 

2.  Talat Paşa Hain mi? 

O, samimi ve parlak bir Türk vatanseverdi. Onun zayıf tarafı çok fazla vatansever olmasıdır...Tartışmasız tam bir milliyetçiydi. (Mühlman,1917) 

Talat Paşa’ya iftira atmak son zamanların âdeta modası hâline geldi. Bir yanda tarih bilgisini mahalle dedikodusundan devşiren imam; öbür yanda belediye başkanlığı döneminde ‘jelibon rezervi’ bulduk diyerek hafızalara kazınan o zat; bir de hanedanın vasıfsız torunu... Hepsi bir araya gelip Talat Paşa’yı karalamaya çalışıyorlar. Ama ne yapsalar nafile; Talat Paşa, onların basit hesaplarına sığmayacak kadar büyük bir isim. 

Talat Paşa, bir dönemin yalnızca siyasi lideri değil; çürümüş düzenin dişlileri arasında dürüstlüğü, sadeliği ve millete olan sarsılmaz aşkıyla sivrilen benzersiz bir şahsiyetti. İmparatorluğun çöküşünün tanığı fakat aynı zamanda milletin yeniden dirilişi için temelleri atan bir fikir ve eylem adamıydı. Ona hain diye haykıranlar, bir Sadrazam'ın her sabah elinde sefertasıyla sıradan bir vatandaş gibi tramvaya binip Babıâli'ye gittiği gerçeğini ya hiç bilmezler  ya da bilip de yüzleri kızarmaz. 

 Talat Paşa'nın hayatı, Edirne'de mütevazı bir posta memurunun yıllarında şekillendi. Bu sade başlangıcın kök saldığı topraklardan yükselen serüveni, Osmanlı Devleti'nin zirvesine, Dahiliye Nazırlığı'na ve nihayet Sadrazamlık makamına uzandı. Ancak Talat Paşa yükseldikçe kibirlenmedi; aksine tevazu büyüdü, halkla olan bağı kuvvetlendi, ruhu sadeleşti. Sadrazam olduktan sonra bile, devletin tahsis ettiği görkemli konağa geçmeyi reddetti. Her sabah aynı alçakgönüllülükle evinden çıkar, halkla aynı tramvay vagonunu paylaşır, elindeki sefertasıyla sıradan bir memur edasıyla Babıâli'nin yolunu tutardı. 

 Savaşın karanlık gölgesinde millet açlıkla kıvranırken, Talat Paşa bu çileyi gönüllü olarak paylaşmaktan çekinmedi. Halk vesikayla dağıtılan süpürge tohumu ekmeğini yerken, o da ailesiyle beraber aynı kara ekmeği tüketti. Bir gün, askerî levazım reisi Topal İsmail Hakkı Paşa, Talat Paşa'nın evine yaptığı bir ziyarette sofradaki çamur rengindeki vesika ekmeğini görünce şoke oldu. Derhal Paşa'nın şoförünü yanına çağırdı ve ertesi sabah kendisine uğramasını emretti. Niyeti nettir: Sadrazam'a özel beyaz ekmek göndermek. Ertesi gün bir torba beyaz ekmekle gelen şoför, ikramı Paşa'nın konağına iletti. Hanımı ve doksan yaşındaki muhterem annesi, bu beklenmedik armağandan memnuniyet duydular. Fakat Talat Paşa akşam eve döndüğünde, sofrada parlayan beyaz somunları görür görmez, en ufak kırıntılarını dahi toplattı. Şoförünü çağırarak şu emri verdi: 

“Bunları derhal İsmail Hakkı Paşa’ya götür ve selamımı arz ediniz. Biz, her gün vesikamızla ekmeğimizi mahalle fırınımızdan alıyoruz. Bu ekmeğe ihtiyacımız yoktur.” 

 Dahiliye Nazırı olduğu günlerde devletin sağladığı ödeneklerden artan paraları iade etmesi, onun vatanseverliğinin ve dürüstlüğünün küçük ama sarsılmaz örneklerinden biridir. Hüseyin Cahit Yalçın şöyle anlatır: 

“Nazır olduğu vakit seyahat için aldığı paradan artanı vezneye iade ederdi. Halbuki kanun mucibince alması icap eden paradan iade edilmezdi. Talât Paşa: ‘Ben hakkım olmayan parayı almam’, diyerek iade ederdi.” 

 Bu tavır, sadece kişisel bir erdem değil, aynı zamanda Talat Paşa’nın devlet anlayışının temel taşıdır. Onun için devlet, soyulacak bir servet değil; korunacak bir emanet, hizmet edilecek bir mefkureydi. 

İttihat ve Terakki Fırkası kendi kendini feshettiğinde artık ülkede kalmak, siyasi açıdan tehlikeliydi. Pek çoğu gibi Talat Paşa’nın da kaçması gerektiği konuşuluyordu. Ama o, vatan topraklarını terk etmek istemedi. 

“Saklanırım, beni nereden bulacaklar? Ben vatanımdan ayrı, uzak yaşayamam. Vatandan uzak yaşamaktansa ölmek daha iyidir”, diyordu. 

Hayriye Hanım’ın aktardığına göre: 

“Vatan işgale uğradığı günlerde 108 kiloluk Talât Paşa, vatan vatan diye birkaç haftada 90 kiloya düştü.” 

Bu, sadece bir fiziksel çöküş değil; bir adamın iç dünyasında kopan fırtınanın, vatana duyduğu sevdanın, ayrılığın verdiği derin acının ifadesiydi. 

 Yurt içindeki mücadele yetmemişti; savaşın ardından gelen sürgün günlerinde, Berlin sokaklarında ayazla, yalnızlıkla, açlıkla sınandı. Bu dönemde ona yardım etmek isteyenler de oldu. Bir gün, geçmişte Berlin sefaretinde kâtiplik yapmış, askerlikten muaf tutulduğu için Talât Paşa’ya minnet duyan Straus adında bir zat, Paşa’ya yüz bin mark verdi. Bu cömert bağış, Paşa’nın şahsi ihtiyaçlarını karşılaması için yapılmıştı. Ancak Talât Paşa parayı alır almaz tamamını bankaya yatırdı; kendi için bir kuruş bile ayırmadı. O an, çevresindekilere dönerek şu sözleri söyledi: 

“Vatanın ihtiyacı için para lâzım olursa ne yaparız? Ben aç kalabilirim, kıyamet kopmaz.” 

 Bu söz, Talât Paşa’nın hayat felsefesinin özetidir: şahsi refah değil, milletin selameti önceliklidir. Açlığı, gurbeti, yalnızlığı göze almış bir adam, kendini değil; memleketini yaşatma kaygısındadır. 

  Hayatının son günlerinde Berlin’de, Hayriye Hanım kapıdan çıkarken Talat Paşa arkasından gülümseyerek şu sözü söyledi: 

“Bir Talat gider, bin Talat yetişir.” 

 15 Mart 1921’de Ermeni bir militan tarafından Berlin’de vurularak öldürüldüğünde cebinden yalnızca birkaç mektup ve on mark çıktı. Ne villa, ne hesap, ne servet... 

3. Sarıkamış’ta Neden Başarısız Olduk? 

 1914 yılının Kasım ayında, Doğu Anadolu’nun soğuk dağlarında Osmanlı ve Rus orduları ilk kez karşı karşıya geldi. Köprüköy ve Azap Muharebeleri’nde Osmanlı 3. Ordusu, sayıca üstün olmanın da etkisiyle Rus kuvvetlerini geri püskürtmeyi başardı. Ancak Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’nın çekingen ve ihtiyatlı yaklaşımı, bu başarıyı kesin bir zafere dönüştürmeye engel oldu. Ruslar, güçlü bir takip harekâtıyla tamamen bozguna uğratılabilecek durumdayken Osmanlı ordusu, Azap Muharebesi'nin ardından anlaşılması güç bir kararla 15 kilometre geri çekildi. Oysa Ruslar zaten geri çekiliyordu. Bu fırsatın kaçırılması, İstanbul’da büyük endişe yarattı.   

 Durumu yerinde görmek ve yeni bir strateji belirlemek üzere Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa, Aralık ortasında Erzurum'a geldi. Getirdiği plan son derece cesur ve kuşatıcı bir harekâtı öngörüyordu. Taarruz planına göre; 3. Ordu’yu oluşturan üç kolordudan 11. Kolordu Rusları Aras Nehri kuzeyinde cephede tutarken, 9 ve 10. Kolordular düşmanın sağ yanından bir yay çizerek arkasına düşecek ve sağ cenahtan kuşatılan düşman, çekilmesine meydan verilmeden yenilgiye uğratılacak ve esir edilecekti. Bu, Doğu Cephesi'nde kesin bir sonuç getirebilecek, cepheyi aylarca rahatlatabilecek bir hamleydi.   

 Harekâtın icrası için 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa görevlendirildi. Ancak, taarruzun başlamasına sadece üç gün kala (18/19 Aralık gecesi), Hasan İzzet Paşa Erzurum'daki Enver Paşa'ya çektiği telgrafta derin endişelerini dile getirdi. Planın başarısızlıkla sonuçlanabileceğini, bunun uzun savaşta aleyhlerine döneceğini belirterek, daha küçük çaplı bir operasyonla yetinilmesini önerdi. Bu beklenmedik tereddüt ve istifa niyeti karşısında, zaman kaybetmeden hareket etmek gerekiyordu. Hasan İzzet Paşa görevden alındı ve 3. Ordu'nun başına bizzat Enver Paşa geçti.   

 Sarıkamış Harekâtı resmen 22 Aralık 1914'te başladı. Ancak daha ilk günlerde plan ciddi bir sapma yaşadı. 10. Kolordu Komutanı Albay Hafız Hakkı, kendisine verilen emrin dışına çıktı. Plan, Oltu'nun zaptedilmesinden sonra kolordunun güneye, Bardız yönüne dönerek Rusların ana ikmal hattı üzerindeki Kötek'e ilerlemesini ve Rus ordusunun gerisini kesmesini gerektiriyordu. Ne var ki Hafız Hakkı, Oltu'dan sonra Rus birliklerinin peşine takılarak kolordusunun büyük kısmını (30. ve 31. Tümenler) kuzeydoğuya, Kosor istikametine sürdü. Sadece 32. Tümen plana uygun olarak güneye, Bardız'a doğru ilerledi.   

 Bu tek karar, harekâtın kaderini belirledi. Kosor yönüne sapmak, 10. Kolordu'yu Sarıkamış'a ulaşmak için sarp ve karlı Allahuekber Dağları'nı aşmak zorunda bıraktı. Bu rota, hem coğrafi olarak çok daha zorlu bir hat anlamına geliyor hem de kuşatma için gerekli zamanlamayı aksatıyordu. Askerler, ağır kış şartları, tipi ve fırtınanın ortasında, yetersiz giyim ve iaşeyle bu zorlu dağları geçmeye çalıştı. Yollar kayboldu, birlikler dağıldı, büyük kayıplar verildi ve çok değerli zaman heba oldu. Kolordu adeta eridi. Bu, harekâtın dönüm noktası ve en büyük hatasıydı.   

 Bu sırada diğer kolordu da planın dışına çıktı. Bardız'a ulaşan 9. Kolordu, asıl görevi olan Kötek yönüne dönmek yerine, Hafız Hakkı'nın Kosor'dan 25 Aralık'ta Sarıkamış'ta olacağına dair bildirisi ve ele geçirilen bir esirin Sarıkamış'ın boş olduğunu söylemesi üzerine yönünü Sarıkamış kasabasına çevirdi. 25 Aralık'ta 9. Kolordu Sarıkamış önlerine vardığında, kasaba gerçekten de neredeyse savunmasızdı. Ruslar henüz ciddi bir takviye getirememişti. Ancak burada kritik bir kararsızlık yaşandı. 9. Kolordu Komutanı İhsan Paşa, Kurmay Başkanı Şerif Bey ve 29. Tümen Komutanı Arif Bey gibi bazı üst düzey komutanlar, harekâtın başarı şansına zaten inanmıyorlardı. Bu durum, emir-komuta zincirinde tartışma yaratırken, fiilen taarruzun gecikmesine neden oldu. Askerlerin yorgunluğunu ve birliklerin tam toplanamadığını öne sürerek, Enver Paşa'ya taarruza ara verilmesi yönünde baskı yaptılar. Bu tereddüt ve isteksizlik, savunmasız Sarıkamış'a derhal girilmesini engelledi. Kaybedilen her saat, Rusların Kars'tan ve asıl cepheden kuvvet kaydırarak kasabayı takviye etmesine olanak sağladı. Rus kaynakları daha sonra, "Türkler 25-27 Aralık'ta durmayıp taarruza devam etselerdi, takviyeler gelmeden Sarıkamış'tan çekilmek zorunda kalırdık" itirafında bulunacaktı. Bu kararsızlık dönemi, belki de son şansın kaçırıldığı andı.   

 Bu arada, Allahuekber Dağları'nda büyük kayıplar vererek ancak 29 Aralık'ta Beyköy-Başköy hattına ulaşabilen 10. Kolordu (Hafız Hakkı) toparlanıp Sarıkamış üzerine yürümeye çalıştı. Fakat artık çok geçti. 9. Kolordu, 25 Aralık'tan itibaren Ruslarla tek başına mücadele ederken yıpranmıştı. 10. Kolordu'nun erimiş hâldeki birlikleri beklenen gücü getiremedi. Üstelik iki kolordu arasında gereken koordinasyon hiç sağlanamamıştı; her kolordu neredeyse kendi inisiyatifiyle hareket etmişti.   

 Ruslar, kaybettikleri kritik zamanı iyi kullanarak Sarıkamış'ı güçlü bir şekilde takviye etmişlerdi. 31 Aralık'a gelindiğinde, Ruslar sayıca üstünlüğü ele geçirmişti. Artık savunmada kalmak yerine, kendilerini kuşatmaya çalışan yorgun ve azalmış Türk birliklerine karşı taarruza geçtiler. Türk ordusu için durum umutsuzdu. Aylardır ağır yük altında ilerleyen askerler bitkin düşmüş, tifüs başta olmak üzere hastalıklar yayılmış, tümenlerin mevcudu binlerden yüzler seviyesine inmişti. Savaşma gücü büyük ölçüde kaybolmuştu. Sonunda, 3-4 Ocak 1915'te büyük bir bozgun havası içinde geri çekilme başladı.   

 Sarıkamış Harekâtı, Osmanlı ordusunun Doğu Cephesi'ndeki savaş gücünü neredeyse tüketen büyük bir askerî girişimdi. Teorik olarak cesur ve Rusları şaşırtabilecek bir kuşatma planıyla başlamıştı. Ancak, komuta kademesinde yaşanan kritik hatalar (özellikle Hafız Hakkı'nın planı değiştirerek Kosor'a sapması), birlikler arasındaki koordinasyon eksikliği, bazı komutanların harekâta inançsızlığı ve Sarıkamış önlerindeki kararsızlıkları (İhsan Paşa, Şerif Bey, Arif Bey) ve nihayetinde zamanında gerçekleştirilemeyen geri çekilme, bu cesur planı büyük bir trajediye dönüştürdü. Cephedeki birlikler arasındaki kopukluk, emirlerin farklı şekillerde yorumlanması ve kritik anlarda gösterilen kararsızlık, Sarıkamış’ı yalnızca bir askerî başarısızlık değil, aynı zamanda emir-komuta yapısındaki zafiyetlerin acı bir sonucu hâline getirdi. Doğu Anadolu'da Rus ilerleyişine karşı direnme kabiliyeti büyük ölçüde kırıldı. Sarıkamış, askerî tarihte iyi hazırlanmış planların sahada yaşanan beklenmedik gelişmeler, komuta hataları ve kararsızlıklar nedeniyle nasıl acı sonuçlara yol açabileceğinin unutulmaz bir örneği olarak hafızalara kazındı. 

Picture 1876864288, ResimPicture 210056497, Resim 

4. Irak Cephesinden 60.000 Asker Mi Geldi? 

Sarıkamış Harekâtı sırasında Arap ülkelerinden getirilmiş birlik vardır ancak bunlar iddia edildiği gibi ordunun çoğunu oluşturmuyordu. Yalnızca Bağdat’tan getirilen 37. Tümen Köprüköy ve Azap Muharebeleri esnasında bölgede kullanıldı. Bu tümen iki alaydan oluşuyordu ve toplam kuvveti de iki bin kişiydi. 

 

KAYNAKÇA 

AHMAD, Feroz. İttihat ve Terakki. Kaynak Yayınları, 1986. 

Akarcalı, A. Atilla (ed.). Enver Paşa: Hürriyet, Adalet, Müsavat. Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2021. 

AKSAKAL, Mustafa. Harb-i Umumi Eşiğinde. Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010. 

ALKAN, Necmettin. İmparatorluğun son savaşı: Birinci Dünya Savaşı'na neden ve nasıl girdik?. Timaş Yayınları, 2020. 

ALKAN, Necmettin; ŞIMŞEK, Eyyub; UYAR, Savaşanların Gözüyle Türk-Alman İttifakı (1914-1918). Kronik Kitap, 2018. 

ALKAN Necmettin, Uğur Üçüncü ve Eyyub Şimşek. Zoraki İttifak: Birinci Dünya Savaşı'nda Türk-Alman Askerî Ortaklığı. Timaş Yayınları, İstanbul, 2025. 

BABACAN, Hasan. Mehmed Talât Paşa, 1874-1921. Türk Tarih Kurumu, 2005. 

BALCI, Ramazan.Tarihin Sarıkamış Duruşması. Nesil Yayınları, 2007. 

BARDAKÇI, Murat. Enver. Türkiye İş Bankası, 2015. 

BOZ, Hakan. Bayrak Kalpak Revolver. Timaş Yayınları, 2023. 

BÖLÜKBAŞI, Necati. Tarihin Arka Yüzündeki Sarıkamış Harekatı. 2014. 

ÇAKMAK, Fevzi. Birinci Dünya Savaşı’nda doğu cephesi harekâtı-1935 Yılında Harp akademisinde verilen konferanslar. Yay. Haz. Ahmet Tetik, Sema Kiper, Ayşe Seven, Serdar Demirtaş), Ankara: Genel Kurmay Basım Evi, 2005. 

ÇAVDAR, Tevfik. Talat Paşa. Dost Kitabevi, 1984. 

ÇOLAK, Mustafa. Komitenin Kahramanı: Enver Paşa. Yeditepe Yayınevi, 2024 

ÇOLAK, Mustafa. Komitenin Ruhu: Talat Paşa. Yeditepe Yayınevi, 2024 

ÇOLAK, Mustafa. Enver Paşa. Türk Tarih Kurumu, 2025 

İLDEN, Şerif. Sarıkamış, Yayına Hazırlayan: Sami Önal. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011. 

TEKIR, Süleyman. Beyaz harp: Kafkas Cephesi, Sarikamış harekâtı, teşkilat-ı mahsusa operasyonları. Kronik Kitap, 2021. 

TEKIR, Süleyman. İttihatçılık İktidar. İstanbul: Kronik Kitap, 2024. 

YALÇIN, Hüseyin Cahit. Tanıdıklarım, Yapı Kredi Yay. 2001. 

YALÇIN, Hüseyin Cahit. Talat Paşa. Ötüken Neşriyat, 2018. 

Öğün, Tuncay. 100 Soruda Sarıkamış Harekâtı. Rumuz Yayınevi, İstanbul, 2020. 

M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU, "TALAT PAŞA", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/talat-pasa (07.06.2025). 

M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU, "ENVER PAŞA", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/enver-pasa (07.06.2025). 

 

TUNCAY ÖĞÜN, "SARIKAMIŞ HAREKÂTI", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/sarikamis-harekati (07.06.2025).