Çağdaşlaşmaya Yönelik İlk Atılımlar: Fes Yerine Şapka!

Çağdaşlaşmaya Yönelik İlk Atılımlar: Fes Yerine Şapka!
"Bunun adına şapka derler!" (Kastamonu, Ağustos 1925)

Atatürk’ün birbiri arkasına giriştiği devrim hareketlerine yöneltilen en büyük eleştirilerden biri bunların birer üst yapı devrimi olup köklü değişiklikler ya da dönüşümler sağlayamadığıdır. Bu savı desteklemek için de genelde fes yerine şapka giymekle, hicri takvim yerine miladi takvim’in, alaturka saat yerine alafranga saatin, okka ve arşın gibi ağırlık ve uzunluk birimleri yerine kilogram ve metre’nin alınmasıyla bireylerin yalnızca dış görünüşlerinin, kullandıkları ölçülerin değiştiği, düşünce ve dünya görüşlerinde bir dönüşümün gerçekleşmediği öne sürülmektedir. Salt bu açıdan bakıldığında bu tür eleştirilerde pek az oranda da olsa gerçek payının olduğu yadsınamaz. Ancak devrim denen bütünün oluşmasında ana öğeleri birleştirmede etken olan bu değişikliklerin ülke düzeyinde birlik ve beraberlik, uluslarası düzeyde de bir uyum sağladıklarını ve aslında ilişkili oldukları öğelerin dışa yansıması olduklarını kabul etmek gerekir. Örneğin şapka giyilmesinin zorunlu kılınması, yalnızca dış görünüşü değiştirmek için yapılmamıştı. Bu girişimle her şeyden önce kutsal sayılan sarık’ın hiç de dinsel bir özelliği bulunmadığını ve Atatürk’ün vurguladığı gibi bilimin, şeriat’ın sarığa bağlı olmadığını kanıtlayarak laik düşünceyi ve dünya görüşünü pekiştirmek amaçlanmıştı. Saat, takvim ve uzunluk, ağırlık ölçülerinin değiştirilmesi ile de öncelikle ülkedeki farklı uygulama karmaşasını ortadan kaldırmak ve aynı zamanda çağdaş hayata uyum sağlamak hedeflenmişti. Dolayısıyla, çok önemli devrimsel dönüşümlerin yanında bunlar da kendilerinden beklenen işlevleri yerine getirmişlerdi.

İçteki siyasal ve toplumsal dalgalanmalar, dışta karşılaşılan sorunlar ne denli büyük olursa olsun devrimi tamamlamada kararlı olan Atatürk, bu sıkıntıların yaşandığı 1925-1928’li yıllarda birbiri arkasına atılımlarda bulunmaktan geri kalmamıştı. İçte Şeyh Sait ayaklanmasının yankılarının sürdüğü, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ile ilişkilerin sertleştiği ve dışta Musul sorunu’nun çıkmaza girdiği bir dönemde şapka giyilmesi’ne ilişkin bir yasanın çıkartılması bunun en belirgin örneğini oluşturmaktadır.

-FES YERİNE ŞAPKA

Türklerin İslamiyeti kabul ederek İran üzerinden Anadolu’ya yerleşmeleri, giyim kuşamda büyük değişikliklere yol açmıştı. Bunlar şöyle özetlenebilir: Giyim malzemesi olarak kullanılan derinin yerini değişik dokumalar almıştı. Kadın ve erkek giyimleri farklılaşmıştı. Kadınlar için örtünme (tesettür) denen yeni bir etken, bir kavram ortaya çıkmıştı. İranlıların ve Arapların giysileri yaygınlık kazanmıştı. Kent ve kırsal kesim giyinmeleri giderek birbirinden ayrılmıştı. Devlet örgütlerinde tek tip elbise (üniforma) oranı artmıştı. Avrupa ile ilişkiler artınca da giyim kuşamda Batı etkisi görülmüştü.

Ama giyimdeki bu farklılaşmalar içinde en çok erkeklerin başlarına giydikleri başlıklar üzerinde durulduğu görülmektedir. Eskiden giyilen börk varlığını sürdürürken Orta Asya döneminin simgesi olan kalpak unutulmuştu. Onların yerine Araplardan alınan sarık giderek Müslüman erkeğin simgesi kabul edilmişti. Sarık, külah ve kavuk’lar değişik adlarla çoğalıp yaygınlaşırken ilmiye sınıfı ile tarikat ve ordu mensuplarının da rütbelerinin göstergesi olmuşlardı.

Osmanlı Türkiyesi’nde yeni bir içerik ve biçim kazanan erkek giyim kuşamı, Kapu Ocakları’nı kapatan II. Mahmut’un yeni kurduğu askeri birliğe fes denen yeni bir başlık giydirmesi ile bir büyük değişikliğe daha uğramıştı. Bu girişimde altı çizilmesi gereken nokta, Şeyhülislam Mehmet Tahir Efendi’nin askere fes giydirilmesine, böyle bir girişimin şeriata aykırı olduğunu öne sürerek karşı çıkmasıdır! Şeyhülislama göre Müslüman asker başına ancak İslamiyetin simgesi olan değişik sarıklar, kavuk vb. giyebilirdi. Ancak II. Mahmut verdiği kararı uygulatmadan vazgeçmeyerek Şeyhülislamı görevden almış ve Tunus’tan getirttiği 50.000 adet fesi askerlerine giydirmişti. (İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Asakir-i Mansureye Fes Giydirilmesi”, Belleten, 70)

Mahmut bununla da yetinmemişti. Yeni askeri birlik mensuplarının geniş bir pantolon ile vücudu sıkıca saran bir ceket ve ayaklarına potin giymelerini de zorunlu kılmıştı. Bir süre sonra devlet memurlarının da fes ve pantolon-ceket ­giymeleri öngörülmüştü. Bu girişim, Tanzimat döneminde öteki alanlarda olduğu gibi erkek giyim kuşamında da bir ikililik yaratmıştı. Bu arada daha çok Müslüman olmayan tebaanın, özellikle Yahudi hekimlerin ve sarrafların giydikleri kalpak da güncellik kazanmıştı. II. Abdülhamit, 1903’te topçu ve süvari birliklerine fes yerine Orta Asya kökenli olan kalpak giydirmek istemişti. Fakat önceleri fes’in şeriat’a aykırı olduğunu öne sürerek ona karşı çıkanlar bu kez de fes’i savunur olmuşlardı! Bu yüzden kalpak ancak İkinci Meşrutiyet döneminde ordu mensuplarına giydirilebilmiş ve kısa sürede yaygınlaşmıştı. Enver Paşa ve Mustafa Kemal gibi toplumca sevilen komutanların kendi zevklerine göre yaptırdıkları kalpaklar da onların adlarıyla “Enverî, Kemalî” diye adlandırılmıştı.

Başlangıçta devlet gücüyle giydirilen fes, 19. yüzyıl sonralarında köylere kadar yaygınlaşırken kimi Türk aydınlarının Batılılar gibi kasket ve şapka giyme eğilimi gösterdikleri dikkati çekmektedir. Avrupa’ya kaçan Jön Türkler’in başlattıkları bu eğilim alafrangalaşmak (Frenkler, Avrupalılar gibi olmak) diye nitelendirilmişti. İttihat ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, Romanya’ya kaçarken Köstence’de fesini çıkarıp bir gemici kasketi (mateletun) giydiğini anlatmaktadır. O sıralarda yurt dışına çıkan kimi görevlilerin de şapka giydikleri görülmektedir. Ancak bu gibilere II. Abdülhamit yönetimince sakıncalı kişiler olarak bakılmaktaydı. Örneğin Padişaha verilen 25 Eylül 1905 günlü jurnalde, Atina’ya giden Kamil Paşa oğlu Sait Bey ile oradaki Türk ataşemiliteri İhsan’ın ve 25 Temmuz 1907 günlü jurnalden de Bahriye Nazırı Hasan Rahmi Paşa’nın oğullarının şapka giydiklerinden şikayet edilmektedir (Faiz Demiroğlu, Abdülhamit’e Verilen Jurnaller, 69, 71). Maliye Bakanı Nail Bey ise Avrupa’da şapka giydiğinden, Sinop’da döndüğünde “Gâvur oldu, domuz herif!” diye suçlanmıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde Avrupa’ya kaçan İttihatçı Halil Menteşe’nin de Viyana’da başında şapka ile gezindiği bilinmektedir. Kurtuluş Savaşı yıllarında Malta’ya sürülen aydınlar arasında şapka giyenler olmuştu. Onların fes’i savunanlarca eleştirildiklerine değinen Hüseyin Cahit Yalçın, “bir bez/kurdele parçasına bu denli önem veren kafaların” Türkiye’nin kurtarılmasına nasıl kılavuzluk edeceklerini anlayamadığını söylemektedir (Siyasal Anılar, 265). Gerçekten de o yıllarda şapka’ya Hıristiyan Avrupalılara özgü bir başlık gözü ile bakılıyor ve şapka giyenler Frenk taklitçiliği ile suçlanıyorlardı. İskilipli Atıf Hoca’da 1922’de yayımladığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı broşürde bu görüşü savunmuştu.

Bütün bunlara karşın yukarıda değindiğimiz gibi Mustafa Kemal, 1910’da Picardie manevralarına giderken Selanik’ten satın aldığı Avrupai bir elbise ile kasket giymişti. Fes ile seyahat etmek isteyen arkadaşı Binbaşı Selahattin’de Belgrat istasyonunda karşılaştığı aşağılayıcı davranış karşısında Paris’e vardığında ilk iş olarak yeni bir şapka almıştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ve Milli Eğitim Bakanı olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün çok yakınında bulunmuş olan Yusuf Hikmet Bayur’un aktardığına göre, onda fes’e karşı ilk tepki 1908’de özel bir görevde Bosna ve Avusturya’ya gönderilmesi sırasında başlamıştı (AHE, 31). Kâzım Özalp’in anlattığı bir başka olay ise Mustafa Kemal’in daha o yıllarda şapka giyilmesinden yana  olduğunu göstermektedir. 31 Mart Olayı’nı izleyen Arnavutluk ayaklanmasını bastıran birlikteki subayların elbiselerinin ve başlarındaki serpuş’ların (başörtüsü) çok çeşitli olduğunu belirten Mahmut Şevket Paşa, “Şu serpuş işine bir çözüm bulmalı” diye bir tartışma açmıştı. Subayların bir kısmı kişisel görüşlerini açıklarken Mustafa Kemal, “Şapka kabul edilmelidir!” yanıtını vermişti (Atatürk’ten Hatıralar, 4). Bu kanaatte olan Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliği sırasında çektirdiği fotoğraflarda sivil elbise ile birlikte başına kalpak değil şapka giydiği açıkça görülmektedir.

Lozan barış görüşmeleri’nin son aşamasına gelindiğinde Mustafa Kemal, Türk kadınına özgürlük tanıma ve erkeklerin şapka giymeleri konularını gündeme almaya yönelmişti. Dışişleri Bakanı İsmet İnönü’de Lozan görüşmelerinde melon ya da silindir şapka ile görünmüştü. Mustafa Kemal, 1923 baharında kendisiyle konuşan İngiliz gazeteci Grace Ellison’a, “Gelecek yıl bu zaman kadın özgür olacaktır. Yüzünü açacak ve erkekler arasına karışacak” demişti. Gazetecinin erkeklerin bundan hoşlanıp hoşlanmayacakları sorusuna da “Beğenip beğenmemek çok önem taşımıyor. Özgürlük gelmelidir!” diye yanıt vermişti. Arkasından erkeklerin giyim kuşamına değinerek şunları eklemişti: “Yaz gelip de kalpaklarımız fazla sıcak gelince, güneşten kendimizi korumak için kenarı siperli şapkalar giyeceğiz. Giysinin ırkçı açıklaması dönemi geçmiştir!” (AİK, 211)

Böylece şapka konusuna ilişkin tartışmalar da başlamıştı. Atatürk’ün 1923 Şubatında Balıkesir Paşa Camisi’nde minbere çıkıp bir hutbe vermesinden önce Müftü Abdullah Esat, şapka’nın şeriat ile ilgisi bulunmadığını belirten bir bildiri yayımlayarak şunları açıklamıştı:                                                     “Dini dünya işlerine karıştıranlar, kendi hırslı menfaatlerine tapanlardır. İslamiyeti biçim ile görenler putatapıcılardır. Bunların söylediklerini doğrulayan ne bir ayet ne bir hadis vardır. Kutsal dinimize bühtan edenler, sarık, fes, şapka arasında karşılaştırma yapanlardır!” (Gürcan Bozkır, “Şapka Devriminin İzmir Basınında Yankıları”, 131)

Bir din adamının bu açıklaması Mustafa Kemal’e atacağı adımda kuşkusuz büyük destek olmuştu. Giyim kuşam değişikliğine ve erkeklerin şapka giymelerine ilişkin yasanın çıkartılmasına işte bu aşamalardan geçilerek gelinmişti. Bu yolda ilk adım da Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kaldırılmasından sonra hukukçuların giysilerinin saptanması sırasında atılmıştı. Hakimler ve Adliye Mensuplarının Resmi Kıyafetleri hakkındaki yasa çıkartılırken (3 Nisan 1924) bundan böyle hukukçuların görev esnasında giyecekleri bir üniforma belirlenmişti. Artık sıranın öteki devlet görevlilerine geleceği anlaşılmıştı. Bu arada Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı içinde bir girişim, şapkaya doğru bir adım oluşturmuştu. Alay Komutanı İsmail Hakkı Tekçe, İran ve Afgan ordularında subaylarin vizyer’li kasket ve şapka giymelerinden esinlenerek İstanbul’da bir terziye yaptırttığı “visiere”leri (şapkanın öne uzanan siperlik kısmı) Atatürk’ün izniyle alayındaki subayların başlarına giydikleri kabalak’larına taktırılmıştı. Subaylar bu vizyer’lere alıştıktan sonra yine Atatürk’ten izin alarak, alaya Samanpazarı’ndan İstasyon’a kadar bir yürüyüş yaptırarak Ankara halkına bunları tanıtmıştı. Gerçi bir süre sonra Şeyh Sait isyanı başladığında Başbakan Fethi Okyar söz konusu subayların vizyerlerini çıkarmalarını istemişti ama İsmet İnönü yeniden Başbakan olunca vizyerler serbest bırakılmıştı (Muhafızı Atatürk’ü Anlatıyor, 40-44).

Atatürk, bu olaylardan sonra devrim alanındaki her girişimde olduğu gibi, kendi görüşlerini halka iletmek ve onların tepkilerinin ne olacağını saptayabilmek için bir yurt gezisine çıkmaya karar vermişti. Onun 23 Ağustos 1925’te eline bir panama şapka alarak Kastamonu-İnebolu yöresinde çıktığı geziyi bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu geziden önce gazetelerde şapka giyilmesine ilişkin bazı haberler çıkmıştı. İzmir’de yayımlanan Anadolu gazetesinde, ordu mensuplarına şems siperli (güneşe karşı korumalı) bir başlık giydirileceği haber verilmişti (22 Haziran 1925). Birkaç gün sonra da (10 Temmuz 1925) Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın başına şapka giydiği ve Bakanlık görevlilerinin onu izlediği bildirilmişti. 12 Ağustosta da İçişleri Bakanlığının bütün birimlerinde memurların başı açık olarak çalışmalarının istendiği duyurulmuştu.

Gezisinde giydiği başlığın adının şapka olduğunu belirten Atatürk, bunun giyilmesinin din açısından doğru olmadığını öne sürenlere, “Yunan başlığı olan fesi giymek caiz oluyor da şapka giymek neden olmasın?”  sorusunu yöneltmişti. Kastamonu Valiliğinde il müftüsüne kılık değiştirmenin dince sakıncalı olup olmadığını sormuş, müftü de Balıkesir müftüsü gibi bunda din açısından herhangi bir aykırılık bulunmadığını söylemişti. Bu sırada Vali Fatin Bey ile milletvekillerinden Ali Rıza ve Mehmet Fuat ile kimi görevliler, hemen beyaz kumaşlardan şapka’ya benzer başlıklar diktirip başlarına geçirmişlerdi. Halkın ve görevlilerin bu sıcak yaklaşımını girişilen devrim için büyük bir destek olarak değerlendiren Atatürk, daha sonraki konuşmalarında bundan gurur duyduğunu belirtmişti:

“Türk ulusu çok büyük olaylarla kanıtladı ki, yenilikten yana ve devrimci bir ulustur. Bu ulus, gerçek eğilimine aykırı sanılarda bulunanlara yüz vermemektedir. Bununla özellikle bugün çok övünüyorum. Bundaki isabet sırrını açıklamak için hemen söyleyeyim ki, bizim ilham kaynağımız, doğrudan doğruya Türk ulusunun vicdanı olmuştur.”

Atatürk’ün eylül başına kadar süren bu gezisi hemen etkisini göstermiş, devlet görevlileri ile halktan bir kesim de fes’i çıkartıp şapka giymeye başlamışlardı. Öyle ki bir süre önce şapka giyen bir gazeteciyi tutuklatmaya kalkışan İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya bile başına şapka geçirmişti. Cumhurbaşkanının Ankara’ya dönüşünün hemen ertesi gününde şapka konusu hükümetçe ele alınmıştı. Bunun için özel bir yasa çıkartmaktansa sorunun öncelikle bir hükümet kararnamesi ile çözülmesi uygun görülmüştü. 2 Eylül 1925’te yayımlanan bir Bakanlar Kurulu kararnamesi ile devlet memurlarının, “Halkın kendiliğinden giymeye başladığı şapka’yı giymeleri zorunluluğu” getirilmişti. CHP genel merkezince 5 Eylül’de parti müfettişliklerine gönderilen genelgede ise şapka, uluslararası uygarlığın bir simgesi olarak nitelendirilmiş ve giyilmesinin Türk devriminin yaygınlaştırılmasını sağlayacağı belirtilerek şöyle denilmişti:

“Büyük müncimiz (kurtarıcımız) dâhi reisimiz Gazi Paşa Hazretleri, Kastamonu seyahatlerinde irad buyurdukları (söyledikleri) nutuklarında, cihan aile-i medeniyesinde necip milletimizin de beynelmilel (uluslararası) makbul bir kisve ile arz-ı vücud etmesi hususuna ehemmiyetle işaret buyurdular.

Taasup ve cehalet zihniyetine karşı mücadelenin bâriz alametlerinden (belirgin göstergelerinden) olan şapkanın memurin-i devletçe iktisası (giyilmesi) için muhterem hükümetimiz her tarafa lazım gelen emirleri vermiştir. İnkılabı yaşatacak olan fırkamız mensubininin (mensuplarının) ve bilhassa müfettiş beylerle heyet-i idare ve müteşebbiseler azay-i muhteremelerinin derhal şapka giymeleri, bu inkılap-ı azimi serian tamim emrinde (büyük devrimi süratle yaygınlaştırma işinde) pekl faideli ve lazımdır. Bu babda icab eden tebligatın suver-i münasebe ile (uygun yollarla) icrası ve muhterem halkımıza hakikat anlatılarak tecedüt (yenilik) ve medeniyet yolunda irşad olunması mevdu-u himmetleridir (aydınlatılması sizin göstereceğiniz çabaya bırakılmıştır) efendim.” (CMAR, nr. 3272/B)

Atatürk, bu girişimin sonuçlarını yerinde izlemek ve halkın nabzını tutabilmek için yeni bir yurt gezisine çıkmıştı. Eylül sonunda başlayan ve İzmit-Bursa-Balıkesir-Manisa-İzmir-Konya-Afyon’u kapsayan gezi bir ay sürmüştü. Bursa’daki konuşmasında, bir zamanlar bu ulusun başına fes giydirebilmek için şeyhülislam değiştirildiğini, fetva’lar çıkartıldığını hatırlatarak “Bugün ulusumuz böyle duygusuz, anlamsız, mantıksız araçların hiçbirini gerekli görmüyor! Güzel bir serpuş olan şapka’dan pek az sürede dervişler, müritler, hocalar da memnun kalacaklardır” demişti. Bir bayan dinleyicinin sorusu üzerine de bayanların da şapka giyebileceklerini belirtmişti (ASD, V, 37). Cumhurbaşkanının bu gezisini yakından izleyen gazeteler de şapka giyilmesini destekleyen makaleler yayımlamışlardı.  İzmir’deki Türk İli gazetesi “Fesler Aşağı!” başlığıyla fes’e karşı cephe alırken, Yanık Yurt, “Uygar olmak için şapka giymek gerekirse onu da yapacağız”  diye açıklamalarda bulunmuştu. Anadolu gazetesinde ise Londra’da bir sergiye şapka ile gelmişken fotoğrafının çekilmesine izin vermeyen Irak Kralı Faysal’ın davranışını “sarık ve cüppe ile halkı aldatma” olarak niteleyen Ahmet Ağaoğlu’nun bir makalesi yayımlanmıştı (G. Bozkır, Agy). Bu dönüşümde Konya Lisesinde daha çarpıcı bir tablo sergilenmişti. İbrahim Süreyya’nın aktardığına göre 17 Ekim’de bir şenlik düzenleyen öğrenciler başlarındaki fes’leri çıkarıp yırtmışlar ya da yaktıkları ateşe atmışlardı (Agy, 237).

Devlet görevlilerinin şapka giymelerine ilişkin kararnameye yurt düzeyinde genelde uyulurken yer yer karşı gösteriler de yapılmıştı. Bu ilk uygulamada milletvekilleri kararname kapsamına alınmamışlardı. Ama şapka giyimini bir zorunluluk haline getirmek ve ulusa öncelik etmeleri gereken milletvekillerini de kapsam içine alabilmek için özel bir yasa çıkartılması gerekli görülmüştü. Bundan önceki devrim yasaları gibi buna ilişkin yasanın da bir hükümet tasarısı olarak değil milletvekilleri önerisi olarak Meclise sunulması uygun bulunmuştu. Refik Koraltan ile arkadaşlarının Şapka İksası (giyilmesi) Hakkında Kanun başlığıyla hazırladıkları önerinin gerekçesinde şu görüşlere yer verilmişti:

“Aslında hiçbir öneme sahip olmayan başlık sorunu, çağdaş uygar uluıslar ailesi içine girmeye kararlı olan Türkiye için özel bir değere sahiptir. Şimdiye kadar Türklerle öteki çağdaş uygurlar arasında bir fark niteliğinde sayılan şimdiki başlığın değiştirilmesi ve yerine çağdaş uygar ulusların tümünün ortak başlığı olan şapka’nın giyilmesi gereği belirmiştir. Ulusumuz bu çağdaş ve uygar başlığı giymek suretiyle herkese örnek olduğundan, ekli yasa önerisinin kabulünü dileriz.”

2 maddeden oluşan yasa önerisinin ikinci maddesi yürürlüğe ilişkin olup 1. maddesi şöyle düzenlenmişti:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel, özel ve yerel yönetimlere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve hizmetliler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapka’yı giymek zorundadır. Türkiye halkının genel başlığı şapka olup buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar.”

Böylece söz konusu öneri kadın giyimi konusunda hiçbir hüküm içermeyip erkek giyiminde de yalnızca şapka’ya ilişkindi. Adalet komisyonunun uygun bularak genel kurula sunduğu önerinin görüşülmesine 25 Kasım 1925’te başlanmıştı. Bu sırada bağımsız Bursa Milletvekili Nurettin Paşa (Sakallı), bir önerge vererek yasaya karşı çıkmıştı Ona göre Bakanlar Kurulu kararı varken böyle bir yasaya gerek yoktu, üstelik tasarı Anayasaya aykırı idi. Ancak tartışmalar sonunda oya sunulan tasarı, Nurettin Paşa ile Ergani Milletvekili İhsan Bey’in karşı oylarına karşın büyük çoğunlukla kabul edilerek yasalaşmıştı.

25 Kasım 1925 gün ve 677 No.lu bu yasanın yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması’na ilişkin yasa görüşmeleri sırasında (30 Kasım), Ceza Yasasının 131. Maddesinde yapılan değişiklik ile de, “yetkili olmadıkları halde sarık ve dinsel kıyafet taşıyanların” davranışları suç kapsamı içine alınmıştı.

Şapka giyilmesine Bakanlar Kurulu kararnamesi çıktığında gösterilen tepkiler yasanın yürürlüğe girmesinden sonra daha da artmıştı. 14 Kasım’da  Sivas’ta bu nedenle hükümete hakaretler yağdıran bildiriler asılmış, kimi kışkırtmalarla kadınların yüzlerinin açılacağı ve Kur’an’ın da yasaklandığı söylentileri yayılmaştı. Sarıklı 40-50 kişi kentte gösterilere başlayınca da bunlar görevlilerce tutuklanmışlardı. Erzurum’da Şeyh Hacı Osman’ın kışkırtmasıyla sabah namazından sonra toplanan 3000 kişi çarşıyı kapattıktan sonra valinin evi önünde “Biz gâvur memur istemeyiz!” diye bağırmaya başlamışlardı. Güvenlik güçleri bunlardan bazılarını tutuklamaya kalkınca çıkan çatışmada 3 kişi hayatını kaybetmişti (30 Kasım). Bunun üzerine Hükümet, Erzurum’da bir ay süreyle sıkıyönetim ilan etmek gereğini duymuştu. Rize’de başlayan olaylarda ise elebaşıları köy imamları olmuştu. İskilipli Atıf’ın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı broşürlerinden de destek alan göstericiler yöredeki karakolu basıp 6 jandarmayı tutuklamışlardı. Maraş ve Giresun’da da şapka aleyhine gösteriler düzenlenmişti.

Şapkaya gösterilen bu tepkilerin altında sarığı kutsal sayıp şeriat düzenine bağlı olma ve onu geri getirme isteklerinin yattığı açıktı. Bu nedenle olayların İstiklal Mahkemesi’nce yerlerinde incelenmesi uygun görülmüştü. Ankara’dan ayrılan mahkeme Kayseri, Sivas, Erzurum ve Rize’ye geçerek gösterileri kışkırtma ve ayaklanma girişiminde bulunmakla suçlanan tutuklu ve sanıkları kendi yörelerinde yargılamıştı. Bunların bir kısmı 1-15 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmıştı. Yargılamaların en önemlisi ise Erzurum ve Giresun olaylarının birlikte ele alındığı dava olmuştu. Erzurumlu Raif Hoca’nın kurmuş olduğu Muhafaza-i Mukaddesat derneği mensupları ile İskilipli Atıf Hoca’nın yargılandığı bu davada Atıf Hoca ile Ali Rıza, “irtica hareketlerini kışkırtarak anayasal rejimi değiştirme”ye giriştiklerinden ötürü idama mahkûm edilmişlerdi. Öteki sanıklardan 20’si 3-5 yıl arasında hapis, sürgün ve kürek cezalarına çarptırılırken, 22 sanık da beraat ettirilmişti (Aybars, İstiklal Mahkemeleri, 406-418).

Fes’in terk edilmesini önemseyen Atatürk’ün, Mısır Elçisinden başındaki fesi çıkartmasını istemesi, bu duyarlılığın bir yansıması olmuştu. 29 Ekim 1932 gecesi Ankara Palas’ta düzenlenen resepsiyona katılan elçinin fesinin çıkartılması iki devlet arasında diplomatik bir gerginliğe yol açmışsa da kısa sürede atlatılmıştı (B.N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk, 251-319).

Şapka giyilmesine ilişkin yasadan 9 yıl sonra, 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun adı verilen bir yasa daha kabul edilmişti. Bununla hangi din ve mezhepten olursa olsun din adamlarının yalnızca ibadet sırasında ve törenlerde özel kıyafet ve başlık taşımalarına izin verilmişti. Bunun dışında dinsel kisvelerin giyilmesi yasaklanmıştı.

Şapka giyilmesine ilişkin 677 sayılı yasa ile söz konusu bu 2596 sayılı yasa, 1961 ve 1982 Anayasalarında, laik Türkiye’yi yaratan ve çağdaşlaşmaya yönelik olan İnkilap Yasaları arasına alınmış bulunmaktadır.

Çağdaşlığa yönelen Türkiye’de erkeklerin şapka giymelerine önem veren Atatürk, kadın giyimleri için herhangi yasal bir düzenlemeyi gerekli görmemişti. Bununla blrilikte tesettür’ün kaldırılmasına, Türk kadınının peçeyi atıp yüzünü açmasına ilişkin inancını korumuştu. Örneğin Ocak 1925’te Silifke Lisesi’ni ziyaretinde peçeli bir bayan öğretmen kendisine buket sunmak istediğinde, ondan öncelikle peçesini çıkarmasını dilemişti. Bunun üzerine söz konusu öğretmen, alkışlar arasında peçesini çıkarmış, Atatürk’de buketi alıp kendisine teşekkürler etmişti (İzzet Aslan, Atatürk Silifke’de, 75. Vd). Fakat Atatürk’ün tesettürlü olan kadınlara saygısını, halk arasında tesettürlü yaşlı bir kadının elini büyük bir heyecan ve tebessüm ile öpmesinden anlayabiliriz.

(Kaynak: Şerafettin Turan, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Bilgi Yayınevi, s. 487-495)