ORTANCA İSTENCİ

Anlam arayışı, modern yaşam, modern insan vb. konularda çeşitli edebi-felsefi eserlere ve bu eserlerin yazarlarına gönderme ve atıflarla dolu, düşünmeye sevk eden bir deneme yazısı.

ORTANCA İSTENCİ


ORTANCA İSTENCİ

Hayata gözlerini çok geç açmış,
Dünyayla yıldızı barışamamış,
Kendini binbir kez avutmuş,
Gene de derman bulamamış
Çocuklardır; ortanca çocuklar.
Neyse ki ben son çocuğum!

Okura dipnot: Yazdıklarımı ve yazacaklarımı, gayet tipik bir yaşam bunalımı içerisinde bocalayıp duran gayet tipik bir delikanlının alelade kaleme aldığı sızıldanmalar silsilesi olarak addetmektense; herhangi birinin herhangi bir meseleye açıklık getirme ve kendi nazarında açıklık getirdiği bu meseleye, yazdıklarını okuyan kişilerin de aynı his ve yorumlamayla yaklaşıp yaklaşmadıklarını öğrenme çabası olarak addetmeniz, çok daha verimli bir okuma gerçekleştirmenizi sağlayacaktır.

Chuck Palahniuk'un bir kitabı var, bilir misiniz? Yeraltı edebiyatının misli menendi bulunmayan eserlerinden biridir kendisi. Fakat insanlar üzerinde bıraktığı etki, edebiyat camiasındaki emsalsiz konumundan ziyade beyaz perdeye uyarlandığında yakaladığı başarıyla öne çıkıyor günümüzde. Hâlbuki kitap, en az filmi kadar vakit ayırmaya değer bir yapıt. Lafı sündürmeden merakları gidereyim: Kitabın adı Dövüş Kulübü.

İlk kuralı çiğneyerek anlatmaya devam ediyorum. Dövüş Kulübü'nün film versiyonunda, izleyenlerin kolay kolay hatırından çıkmayacak bir sahne ve o sahnede geçen bir tirat var: "Lanet olsun, koca bir nesil benzin pompalıyor; garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlarla araba ve kıyafet peşinde koşmaya yönlendirilmişiz. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız, ne büyük bir savaşımız var ne de büyük bir buhranımız. Bizim savaşımız ruhani bir savaş; en büyük buhranımız kendi hayatlarımız."

Her ne kadar çoğunlukla eril tabiatını yitirmiş erkek izleyicilere hitap eden bir sahne olduğu söylense de, modernleşme safsatası içinde özünden düşmüş kent insanının panoramasını birkaç tumturaklı cümle ile gözler önüne seriyor. Şimdiden filmi izleyen herkesin tüylerinin dikeldiğini hissedebiliyorum. Bu hem müthiş, hem de berbat bir durum. Şöyle ki, x bir zamane insanının yaşamı, y bir zamane insanın yaşamıyla tikel olarak aynı. Girdisi çıktısı göz ardı edildiğinde nefes alıp vermenin ve bilinç kazanmanın uhdesinden gelebilmiş atom yığınlarıyız. Ve ne tuhaf, hepimiz bunun farkındayız. En acısıysa bu farkındalığa rağmen elimiz kolumuz bağlı vaziyette öylece sönüp gitmemiz. Yapabildiğimiz tek şey, mevzu bahis aidiyetsizlik ve sıkışmışlık hissini konu alan bir şeyler karalamak işte! Başka ne yapılabilir ki? Ne de olsa hippi yaşamının sükse yaptığı veya 68 Kuşağı’nın hat safhada olduğu dönemleri geride bıraktık. Bu tür sansasyonlar mazinin tozlu sayfalarında, tebessüm ettiren ve hayata kendi nazarlarında mana biçen devinim silsileleri olarak kaldı.

‘’Hippi yaşamı iyi hoş da, 68 Kuşağı alakaya maydanoz kaçtı.’’ diyecekler için: Böylesi bir topluluk Türkiye’de yalnızca bir kez görüldü ve bu devinimin, 68 Kuşağı içinde bulunan her bir bireyin hayatlarına yoğun bir anlam kattığı aşikâr. Günümüzde ise bu minval üzere boy göstermiş bir oluşumla karşılaşmak imkân dâhilinde değil gibi gözüküyor. Yirminci asrın son demlerinde ve yirmi birinci asırda doğmuş kimseler, o serkeş karaktere sahip değil çünkü. Aynı Jack London’ın ilk göz ağrısındaki gibi, özümüzden gelen bir çağrı sancıyıp duruyor. Fakat biz insanlar çağrıya kulak vermektense binbir çeşit tıkaçla kendimizi çağrıdan soyutluyor, resmen sağır kesiliyoruz.

Oysa özümüze, atalarımıza dönüp şöyle bir baktığımızda onları kıskanmamak mümkün müdür? Evet, günümüzde nispeten daha konforlu bir yaşayış biçimi içerisindeyiz. Evet; bilgi denen o ulu kavrama erişmek, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar kolaylaştı. Evet, artık kelimenin tam anlamıyla olmasa da modernleştik. Peki sonuç? Sonuç muğlak! Sonuca ulaşma gayesi içinde ayak sürüdüğümüz yol, kof bir tereddütten ibaret. Ve bu tereddüt, naçiz vücutlarımıza sıkışmış ruhlarımızı kemirmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Oysa atalarımız gayet ilkel fakat gayet anlamlı hayatlar yaşadılar ve anlam arayışı içinde değil, anlam içinde boğularak öldüler. Bu, zamane insanının; ortalaması onlarca yıl kadar uzamasına rağmen anlamsızlığın pençesine düşmekten felah bulamamış ömrünün tükenip gidişinden çok daha şerefli.

Sade anlamını değil, şereflerini de yitiren hayatlarımızda kafkaesk bir hamamböceği tasvirine doğru hız kesmeksizin yol alıyoruz. Hamamböceği demişken, hamamböceğini biz insanlardan ayıran nedir? Panzer kadar sert bir sırt, üç çift ince bacak, bir çift ürkünç duyarga ve bir tomar kitin mi? Yoksa insan, hamamböceğinin estetik bir görünüş ve hatırı sayılır bir şuur kazanarak biyolojik başkalaşımla boy göstermiş formundan mı ibaret? Bilmiyorum. Bu hususta tek bildiğim, benim de içinde bulunduğum Tarihin Ortanca Çocukları kümesindekilerin tek bir istence iştirak ettikleri: Anlam. Hatta salt anlam bir kenara, umut yerine konulabilecek anlam süprüntüleri de hiç fena olmazdı işin doğrusu. Her ne kadar kendimizi kandırıp aksini iddia etsek de buna muhtacız. Anlam denen o şeye muhtacız ve bu muhtaçlık hali onmadığı sürece 5-10 metrekarelik odalarımızda hamamböceği gibi ezilip büzülerek boşluk hissinin boğucu karanlığında kalakalacağız.

Modern dünya olarak adlandırdığımız ve halen sokakta anadan üryan yürüyemediğimiz sözüm ona asri bu bağlamda mevzu bahis anlamı nasıl bulabiliriz peki? Öncelikle bu sorunun köküne inerek başlamak istiyorum: Varoluşumuzdan mütevellit süregelmiş ve pek çok farklı cevap arasında mekik dokuyup durduğumuz ‘’Hayatın anlamı nedir?’’ sorusunun çağa entegre olmuş bir çeşitlemesidir bu. Cevaben pek çok şık sunulmuştur, hatta kendi şıkkımızı oluşturabilme gibi bir hakkımız da vardır, ne güzel! Oluşturulmuş şıklara üstünkörü değinecek olursak; mutlu olmak, öğrenmek, mensup olduğu inanışın ilahi ikonalarını tanımak, iyi olmak, basit bir yaşam sürmek, anlık zevklerin peşinden koşmak, Tanrı’yı öldürmek… Diye uzayıp gider. Peki, bu şıklardan hangisine yönelmeliyiz? Biz bu şıklara yönelemeyiz. Bunu yapabilmek için evvela güttüğümüz tüm o yapay ve sentetik kaygılarımızı bir kenara bırakmak gerekir. Çünkü anlam dediğimiz şey katıksızdır. Bu katıksızlık da sözüm ona çağcıl duruma getirilmiş o görünmez duvarı aşmayı, aşamasak da kendi özgül duvarımızı o duvar üstüne örmeyi gerektirir. Tüm bu sayılanlarsa cesaret ister. Ne zaman cesur bireyler oluruz, o zaman sunulan tüm şıklara yönelebilir veya kendi şıkkımızı oluşturma hakkımızı kullanabiliriz.

Yazdıklarımı okuyup kafa yoran herkese sonsuz teşekkürler! Ve anlam arayışı içinde başını alıp giden herkese selamlar!