Yılların Özlemi: Yeni Bir Abece
Uluslararası rakamların kabulüne ilişkin yasanın 20 Mayıs1928 günü TBMM’deki görüşmeleri sırasında milletvekillerinden Hasan Fehmi ve Muhittin Nami, rakamlardan önce uluslararası yazı şekillerinin alınmasının gerekliliği üzerinde durmuşlardı. Onlara yanıt veren Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, yazı değişikliğinin çok zor ve o denli önemli bir sorun olduğunu belirtmişler, bu nedenle sorunu çözmek amacıyla uzmanlardan oluşan bir komisyon oluşturulduğunu, çalışmaların yakında tamamlanacağını bildirmişlerdi. Gerçekten de bir abece değişikliği Tanrısal haklara dayalı ortaçağ monarşileri bir tarafa bırakılacak olursa özgür toplumlarda bile kolaylıkla gerçekleştirilemeyecek bir girişimdi. Bu nedenle köklü değişiklikleri öngören Fransız ve Sovyet devrimlerinde bile devrim öncüleri böyle bir atılıma geçmemişlerdi. Bu nedenle George Duhamel, Atatürk’ün gerçekleştirdiği abece değişikliğini şöyle değerlendirmektedir:
“Bu devrim, İngiltere, Fransa ve Rusya’daki ihtilalcilerin yaptıkları devrimler ile kesinlikle kıyaslanamaz. Bu ülkelerin hiçbiri dile ve yazıya dokunmayı aklından bile geçirmemiştir. Ne Cromwel, ne Robespierre ne Lenin ve selefleri (ardaları), yönettikleri halkların, bilimsel felsefesini, kültür yöntemini ve tüm kaderini değiştirmeye kalkışmıştır.” (La Turquie Nouvelle, Puissance d’Occident, Paris, 1954, 35)
Türklerin tarih boyunca kullandıkları bilinen Soğut, Göktürk, Uygur ve Arapçaya dayalı abece değişikliklerinin hepsi de bir devletin yıkılması ya da İslamiyetin kabulü gibi din değişikliği sonunda sağlanmıştı. Eski yazı diye anılan Arap kökenli abece’nin en büyük özelliği ünlü (sesli) harflerin eksikliğidir. 29 harften oluşan bu abecede gerçekte elif denen ve yerine göre “a, e, ı, i” gibi değişik seslerle okunması gereken tek bir ünlü vardır. Elif dışında aslında ünsüz olan “v, y” harfleri de yerine göre ve bazı kurallarla ünlü gibi okunmaktadır. Ünlü eksikliği okumayı çok büyük ölçüde zorlaştırdığından bu zorluğu azaltmak için ünsüz harflerin üstlerine ya da altlarına ünlü sesi verecek hareke denen kimi küçük işaretlerin konulması kabul edilmişti. Ama bu da yazımda birçok karışıklıklar doğurmuştu.
Söz konusu abecenin bir başka özelliği, temelde aynı olup birbirine yakın sesler için ayrı ayrı simgelerin, harflerin kullanılmasıdır. Örneğin, Latin kökenli abecede “h, s, z” sesi verecek birer simge bulunmasına karşın Arap abecesinde bunların her biri için 3 ayrı harf konulmaktaydı. Bundan dolayı sözcüklerde bunlara ilişkin sesin hangi harfle yazılacağının bilinmesi gerekmektedir ki bu da yazımı güçleştirmektedir. Bütün bu özellikleri ya da güçlüklerinden ötürü Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan “okur-yazar” deyimi, belli bir bilgi ve kültür birikimi bulunan aydın kişi anlamına gelmekteydi.
Arap kökenli alfabenin okuma-yazmadaki güçlükler dışında Türkçenin ses düzenine de uygun olmadığı yüzyılların çabalarına karşın okuryazar nüfus oranının artmayışından da belli olmuştu. Bu yüzden, 18. Yüzyıl sonlarından başlayarak alfabenin ıslahı (düzeltilmesi) sorunu gündeme gelmişti. Tartışmaların başladığı sırada Arap abecesini düzeltme yerine Latin abecesi’ni almanın daha çıkar yol olduğu öne sürülmüştü. İslam ülkelerinde incelemelerde bulunmuş olan Fransız dilbilimci C. François Volney, l’alphabet Européen appliqué aux langues Asiatique (Avrupa Abecesinin Asya Dillerine Uygulanması) adıyla yayımladığı kitabında, başta Müslümanlar olmak üzere Doğu halklarının Latin abecesini almalarının, onların Batı düzeyine ulaşmaları için gerekli olduğunu savunmuştu.
Volney’in görüşü değişik biçimlerle de olsa Osmanlı sarayına ve başkentine de yansımıştı. III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan, saray hizmetindeki ressam mimar Melling’ten Latin harfleriyle yazmayı öğrenmişti. Yeni açılan okullar için Fransızcadan kitaplar çeviren Darülfünun (Üniversite) Müdürü Tahsin Hoca, bir çözüm olarak harflerin Latincede olduğu gibi soldan sağa doğru yazılmasını önermişti. O yıllarda İstanbul’da bulunan Azerbaycanlı düşünür Fethali ise “harflerin ıslahı”nı öngören bir tasarı sunmuştu. Bu tasarı o dönemde kurulmuş olan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de (Osmanlı Bilim Derneği) görüşülmüştü. Fakat uygulamaya konulması, eski İslami yapıtların unutulmasına yol açacağı kuşkusuyla sakıncalı bulunmuştu. Tiflis’e dönen Fethali, bir süre sonra Arap harfleri yerine Volney gibi Latin abecesi’nin alınmasını yeni bir rapor hazırlayarak Sadrazam Ali Paşa’ya göndermişti ama bu rapor da benimsenmemişti.
Öte yandan Cemiyet-i İlmiye’nin kurucusu Münif Paşa, Arap harflerinin devamından yana olmakla birlikte kimi düzeltiler yapılmasını, yazım kurallarının basitleştirilmesini zorunlu görmüştü. Ona göre bu amaçla 2 yöntem uygulanabilirdi: Hareke’lerin sayısı artırılabilirdi ya da harfler ayrı ayrı yazılarak gereken ünlüler de yeniden belirlenebilirdi. Münif Paşa’nın ikinci önerisine huruf-ı munfasıla yöntemi adı verilmişti. Yıllar sonra Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı sürerken yayımladığı bir genelge ile ordudaki yazışmaların böyle yapılmasını istemişti fakat bu girişim yeni bir kargaşa yaratmıştı.
Abece tartışması, Cemiyet-i İlmiye dışında basına da yansımıştı. Bu arada Latin abecesi’nin alınması önerilerinin giderek yoğunluk kazandığı görülmektedir. Ali Suavi, alfabenin düzeltilmesinden yana çıkarken Namık Kemal bunun gerekli olmadığını savunmuştu. Hayreddin imzasıyla Terakki gazetesinde çıkan bir yazıda ise (1869) okuma-yazmadaki güçlüklerin giderilebilmesi için Latin abecesi’nin alınmasının yerinde olacağı söylenmişti. Aynı görüşü paylaşan Celal Nuri’de “cesaretle Latin harflerinin kabul edilmesi”ni istemişti. 1914’te Hürriyet-i Fikriye (Düşünce Özgürlüğü) dergisinde çıkan bir yazı dizisinde de Latin harflerinin kabul edilmesinin gerektiği ayrıntılarıyla anlatılmıştı. İttihat ve Terakki Partisi kurucularından İbrahim Temo bu görüşte olduğundan kendisine “Latinci Temo” lakabı verilmişti. Önceleri Arap yazısının Türkçeye uygun bir hale getirilmesinden, yani bir düzenlemeden yana olan Kılıçzade Hakkı ile Hüseyin Cahit Yalçın’da Latin abecesinin kabulünü istemeye yönelmişlerdi.Öte yandan Mehmet adındaki Tiranlı bir Osmanlı yurttaşı 1910’da Arnavutlukta Latin yazısının kullanılması için Sadrazamlığa başvurmuştu. Ancak Şeyhülislamlığa gönderilen bu öneriye Kur’an’ın Latin harfleriyle yazılamayacağı öne sürülerek karşı çıkılmıştı (Mustafa Canpolat, “Arap Yazılı Türk Alfabesinin Gelişmesi”, Harf Devriminin 50. Yılı, 49-54).
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde abece sorunuyla ilgili olarak yurt dışında iki önemli gelişme olmuştu. 1917’de öğrenim için Almanya’ya gönderilen Türk gençleri orada Türk Öğrenci Dernekleri Birliği adıyla bir örgüt kurmuşlardı. Başlarında Bekir Sıtkı Oransay’ın bulunduğu söz konusu gençler 1924’te Latin kökenli bir abece geliştirmişlerdi. 5’i ünlü olmak üzere 20 harften oluşan bu abeceyi tanıtmak için de Berlin’de Yeni Yazı adında bir derginin yayınına başlamışlardı. İkinci gelişme de Sovyetler Birliği’ne katılan Azerbaycan’da yaşanmıştı. 1926’da Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’nde bütün Rusya Türkleri için Latince kökenli bir alfabenin kabul edilmesi öngörülmüştü.
Bu tartışmalar içinde büyümüş olan Atatürk, kuşkusuz onlardan da güç alarak Cumhuriyet’in 5. yılında abece değişikliğine girişmişti. Mustafa Kemal kuşağı Batı dillerini öğrenirken doğal olarak Latin harflerini de öğrenmişlerdi. Nitekim o daha 1908’de Bulgar Türkoloğu İvan Malinov’a bir abece değişikliğinden yana olduğunu söylemişti. İsrailli uzmanların ve Dışişleri yetkililerinin Türk Tarih Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal’a açıkladıklarına göre Mustafa Kemal, 1911’de Trablusgarp’a giderken uğradığı Kudüs’te İbraniceyi diriltmeye çalışan Elizer ben Yehuda ile görüşmesinde Latin alfabesine değinmişti. Elizer’e böylesi zor bir uğraşa girmektense Latin harflerinin alınmasının daha kolay olacağını söylemiş ve eğer bir gün Türkiye’de söz sahibi olursa Arap harfleri yerine Latin harflerini kabul ettirmeye çalışacağını eklemişti (ATYA, 23 vd.).
Mustafa Kemal, 13 Mayıs 1914’te Sofya’dan Madame Corinne’e gönderdiği Fransızca mektubun sonundaki Türkçe notu Latin harflerini kullanarak yazmıştı. Bu eğilimde olan Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi ertesinde, 9 Ağustos 1918’de Mazhar Müfit Kansu’ya geleceğe yönelik girişimlerini yazdırırken 5. sırayı “Latin harflerinin kabulü” almıştı. Halide Edip Adıvar’da 1922’deki bir konuşmasında Mustafa Kemal’in Latin harflerinin kabul edilmesinden söz ettiğini belirtmektedir (Agy, 264). Ancak her devrimci, atılım için uygun ortamın doğmasını beklediği için ondan bir yıl sonraki İzmit Basın Toplantısı’nda, “Ulusa Latin harflerini kabul ettiriniz!” önerisine “Henüz bu hususta kimseye söz veremem. Daha beklemeye mecburum!” yanıtını vermişti.
Gerçekten de 1923’te henüz abece değişikliği zamanının gelmediği anlaşılmıştı. O yıl Tahsin Ömer, Latin Harflerini Kabul Etmeliyiz adıyla bir kitap yayımlamıştı ama İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde harflerin değiştirilmesi için verilen bir önergeyi Başkan Kâzım Karabekir oya sunmak gereğini bile duymadan reddetmişti. Karabekir, kongreden sonra Hâkimiyet-i Milliye’ye verdiği demeçte (5 Mart 1923), Latin harflerinin kabul edileceği gün, memleketin altüst olacağını ve yabancıların Türkleri Hıristiyan olmakla suçlayacaklarını öne sürmüştü! Karabekir dışında, İbrahim Alaattin Gövsa, Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi kimi aydınlar da uygulamanın çok güç olduğu gibi gerekçelerle abece değişikliğine karşı çıkmışlardı.
Ama 1928 yılına gelindiğinde Atatürk, Söylev’inde açıkladığı gibi devrim yolunda yeni atılımlara girişmişti. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un 8 Ocakta Ankara Türk Ocağı’nda Türk harfleri konusunda bir konferans vermesi bu sorunun yakında gündeme alınacağını göstermişti. Yalnız abece, dili şekle dönüştüren bir araç olduğuna göre yazı ile dil sorununun birlikte ele alınması da gerekli görülmüştü. Bu nedenle Türkçenin özelliğine uygun bir abecenin saptanabilmesi için oluşturulan komisyona iki ad verilerek Alfabe Komisyonu ya da Dil Encümeni denilmişti. 9 üyeli komisyonda dil uzmanı, eğitimci ve gazeteci-yazar olarak Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu görev almışlardı.
Dolmabahçe Sarayı’nda sürdürülen komisyon çalışmalarını Atatürk’de yakından izlemişti. Dildeki yabancı sözcüklerin söyleniş özelliklerine göre değişik simgeler, harfler kabul edilip edilmemesi konusunda komisyonda görüş ayrılıkları belirince o da Türkçenin esas alınmasından yana olanlara katılmıştı. Böylece sonuca ulaşmak kolaylaşmıştı. Bu arada İbrahim Necati Dilmen’den benimsenen yeni harfleri öğrenen Atatürk, 4/5 Ağustos gecesi Başbakan İnönü’ye yazdığı mektupta ilk kez Latin abecesinden alınan bu yeni harfleri kullanmıştı. 9/10 Ağustos akşamı Sarayburnu’nda düzenlenen konserde ise abecede değişiklik yapılacağını açıklamıştı. Onun hazırladığı ve Falih Rıfkı Atay’ın yüksek sesle okuduğu metinde şunlar vurgulanmıştı:
“Arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek. Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz. Bunu yurtseverlik, ulusseverlik biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun %10’u ancak okuma-yazma bilir, %90’ı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerekir.”
Bu utanılacak duruma son verilmesi için vakit yitirilmeden uygulamaya geçilmesi gerekirdi. Ne ki vaktiyle Enver Paşa’nın harfleri ayrı yazma konusundaki kararının doğurduğu kargaşayı yaşamış olan İsmet İnönü başta olmak üzere birçokları yeni harfleri uygulamak için birkaç yıllık bir geçiş dönemini gerekli görüyorlardı. İnönü’ye göre bu 7 yıl olmalıydı. Ancak o, Atatürk’le konuşmasından sonra bu yoldaki kuşkularından sıyrılmış ve yeni Türk abecesinin en ateşli savunucusu olmuştu. Komisyon çalışmalarının sona erdiği 29 Ağustos günkü toplantıda İnönü, Atatürk’ün hazırladığı bir metni karatahtaya yazdırmıştı. Bunda, elde edilen sonuçlar şöyle değerlendirilmişti:
1) Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur.
2) Komisyonun teklif ettiği alfabe, hakikaten Türk alfabesidir. Türk milletinin bütün ihtiyaçlarını temin etmeye kâfidir.
3) Sarf ve imla (dil bilgisi ve yazım) kaideleri, lisanın ıslahını, inkışafını, milli zevki takip ederek tekâmül edecektir. Muhakkaktır ki yeni harflere, lisana, imlaya ilk şeklini vermek için komisyonun projesi en kısa ve amelidir (uygulanabilir) (Vakit, 30 Ağustos 1928, S. Borak; ARYG, 387).
Başbakan İnönü, söz konusu değişikliğe ilişkin yasa tasarısı Meclise sunulmadan önce 9 Eylül 1928’de yeni harflerle uygulamaya ilişkin bir “Genel Program” hazırlamıştı (TV, sa. 1, s.1). Yine de Falih Rıfkı Atay yeni abecenin ancak 5 yıl sonra eskisinin yerini alabileceği kanısındaydı. Atatürk ise bu duraksamalara devrimci bir anlayışla “Ya 3 ayda yaparız ya da hiçbir zaman” diye yanıt vermişti.
Komisyon çalışmalarının sonucu açıklandıktan sonra halkın tepkisini ölçmek isteyen Atatürk bir yurt gezisine çıkmıştı. Gittiği yerlerde yazı tahtasının başına geçerek yeni Türk abecesini tanıtmaya çalışmıştı. 23 Ağustos’ta Tekirdağ’da bu konuda verdiği ilk derste olumlu sonuçlardan duyduğu sevinci, “Az zaman sonra yeni Türk harfleriyle göz kamaştırıcı Türk manevi gelişmesinin ulaşabileceği güç ve saygınlığın uluslararası düzeyini, gözlerimi kapayarak şimdiden o kadar parlak görüyorum ki, bu manzara beni kendimden geçiriyor” diye açıklamıştı (ASD, III, 82). Çanakkale’de yeni harfler üzerinde konuşmuş, İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra da Samsun’a geçmişti. 14 Eylül’de başlayan bu gezisi bir hafta sürmüş ve Amasya-Sivas-Kayseri üzerinden Ankara’ya gelmişti. Halkın yeni abeceyi öğrenmek, öğretmenlerin de öğretmek için içtenlikle çalışmalarından gurur duyarak Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’ye gönderdiği bir telgrafta bütün öğretmenlere teşekkürlerinin iletilmesini dilemişti.
Yurt gezisi, komisyonca belirlenen yazım kurallarında bazı değişiklikler yapmanın daha uygun olacağını da göstermişti. Bu amaçla Sivas’tan Başkanlığa gönderdiği bir yazıda bunları belirterek düzeltilmelerini istemişti (ATTV, 540). Onun abece değişikliği için bütün gücüyle çalıştığını gören İnönü, Hâkimiyet-i Milliye’ye verdiği demeçte, yeni abeceyi “Gazi Alfabesi” diye nitelendirmişti.
Öte yandan, abece değişikliğine ilişkin yasanın çıkartılmasından önce bunu öncelikle öğretmenlere öğretmeye sonra da onların aracılığıyla halk arasında yaygınlaştırmaya çalışılmıştı. Yeni abeceyi öğrenen kimi milletvekilleri de bunu vatandaşlara öğretmek için kendi seçim bölgelerine gitmişlerdi. Atatürk, söz konusu milletvekillerine teşekkür için gönderdiği telgrafta “Karadenizin dalgaları içinde sizi de karanlık gecenin ulusumuz için nur saçan rehberleri olarak takip ediyorum. Hepiniz için ulusa yararlı olmanızı dilerim” demişti (ASD, V, 162).
Bu arada yine onun isteği üzerine bir Harfler Marşı’da yazılmıştı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Zeki Üngör’ün bestelediği marşta yeni abecedeki harflerin okunuşu güfte olarak kabul edilmişti. Piyanoda çalınmak üzere düzenlenen marşın orduda, okullarda ve halk arasında yeni harflerin öğrenilmesine yardımcı olması öngörülmüştü. Bu nedenle notası gazetelerde de yayımlanmıştı (Cumhuriyet, 29 Eylül 1928).
Atatürk, 1 Kasım’da TBMM’nin yeni yılını açış konuşmasında toplumsal kalkınmada temel taşı olarak nitelediği yeni Türk abesinin kabul edilmesiyle elde edilecek sonuçları şöyle özetlemişti:
“Her şeyden önce her değişmenin ilk yapı taşı olan soruna değinmek isterim. Her araçtan önce Türk ulusuna, onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yolun dışında, kolay okuma-yazma anahtarı vermek lazımdır. Büyük Türk ulusu cehaletten, az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir araçla sıyrılabilir. Bu okuma-yazma anahtarı ancak Latin esasına dayanan Türk alfabesidir. Basit bir deneme, Latin esasından Türk harflerinin Türk diline ne kadar uygun olduğunu, kentte ve köyde yaşı ilerlemiş Türk evlatlarını güneş gibi meydana çıkardı. BMM’nin kararıyla Türk harflerinin keskinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme mücadelesinde başlıbaşına bir geçit olacaktır.” (ASD, 1, 359 vd.)
Hükümetin bu amaçla hazırladığı tasarı TBMM’ye sunulduğunda 15 kişilik bir özel komisyon oluşturulmuştu. Komisyonun düzenlediği rapor hemen o günkü ikinci bileşimde ele alınmıştı (1 Kasım 1928). Başbakan İnönü okuma-yazma mücadelesine girişmenin her yönde ulusça büyük açılımlar sağlayacağını belirtmiş, Mehmet Emin Yurdakul’da eskiden aydınlar ile halk arasında uçurumlar bulunduğunu anımsatarak yeni harflerin bu toplumu tek bir ulus haline getireceğini söylemişti. Kısa bazı konuşmalardan sonra oya sunulan tasarı oy birliği ile kabul edilerek yasalaşmıştı. Yeni Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki (uygulanması) Hakkında Kanun adını taşıyan 1353 sayılı yasanın birinci maddesi şöyle düzenlenmişti: “Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve ilişik cetvelde şekilleri gösterilen harfler, Türk harfleri ve hukuku ile kabul edilmiştir.”
Bütün resmi ve özel yazışmaların bir günde yeni harflerle yazılmasına olanak bulunmadığı göz ününe alınarak yasada uygulama için 19 aya kadar varan 3 aşamalı geçiş süreleri öngörülmüştü. Devlet yazışmalarında 1 Ocak 1929’la sınırlanan bu süre, ticaret defterleri, mahkeme ilamları ve dilekçeler için 1 Haziran 1929, basılı evrak ve tutanaklar için de 1 Haziran 1930 olarak belirlenmişti (Şakir Ülkütaşır, Atatürk ve Harf Devrimi, Ankara, 1973; Harf Devriminin 50. Yılı Sempozyumu, 1981).
Yasanın kabul edilmesinden sonra Sivas Milletvekili Rahmi Bey’in önerisiyle Cumhurbaşkanı Atatürk’e “altın levha üzerine yazılı kabartma bir abece” verilmesi kararlaştırılmıştı (bugün Anıtkabir Müzesi’nde). Bu çok önemli değişiklik yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da büyük yankılar uyandırmış, dönüşüm bir kültürel devrim olarak nitelenmişti.
Ama yepyeni bir abecenin bütün topluma öğretilmesi ve benimsetilmesi daha da önemli olup başlıbaşına bir sorun oluşturmaktaydı. Sorunun yalnızca örgün eğitim-öğretimle çözülmesini beklemek, bu devrim hareketini baştan olumsuzluğa mahkûm etmek demekti. Bu nedenle hangi yaş grubundan ve kesiminden olursa olsun Türk vatandaşlarına kısa sürede yeni abeceyi öğretmek gerekliydi. Bu da iyi hazırlanmış bir programa, buna uygun bir örgütlenmeye ve bunları gerçekleştirecek özverili bir kadroya bağlıydı.
İşte bu çok yönlü soruna Millet Mektepleri (Ulus Okulları) denen bir uygulama ile çözüm getirilmişti. Abece değişikliğinin öncüsü bir Cumhurbaşkanı (Atatürk), ona önce karşı çıkmışken savunuculuğunu üstlenmiş bir Başbakan (İnönü) ve Cumhuriyetin öğretmenler kadrosunu şevkle ve özveriyle seferber edebilen bir aydınlık şövalyesi, Bakan (Mustafa Necati), Millet Mektepleri yöntemiyle yasanın uygulanıp kısa sürede olumlu sonuç alınmasında başlıca etken olmuşlardı.
İnönü, böyle bir uygulamaya gidileceğini 1 Kasım 1928’de açıklamıştı. Atatürk’de 2 ya da 4 aylık kurslar halinde yürütülecek olan Millet Mektepleri’nin Başöğretmenliğini kabul etmişti. TBMM bu amaçla Milli Eğitim Bakanlığına 400.000 liralık ek ödenek vermişti. Bu konuda hükümetçe hazırlanan kararname Danıştayca uygun bulunarak 24 Kasım 1928’de yürürlüğe konmuştu (1980 sonrasında 24 Kasımın Öğretmenler Günü olarak kutlanması buna dayanmaktadır).
Millet Mektepleri, 1 Ocak 1929’da öğretime başlamıştı. İlk yıl içinde yurt düzeyinde 20.487 derslik açılmış ve bunlara devam edenlerin sayısı 1.075.500 kişiye ulaşmıştı. İlköğretime kaydolma yaşını aşmış vatandaşların kurslara devamları zorunlu tutulmuştu. Devam etmeyenlerden İl Genel Meclislerinin kararıyla 5-60 lira arasında değişen para cezası alması öngörülmüştü. Çok titizce yürütülen uygulama ile bir yıl sonunda okuma-yazma öğrenerek bu okullardan belge alanların sayısı 485.632’si erkek, 111.378’i kadın olmak üzere 597.010’a yükselmişti.
Millet Mektepleri uygulanmasına geçildiği 1 Ocak 1929 sabahı Mustafa Necati’nin beklenmeyen ölümü büyük bir talihsizlik olmuştu. Bunu o yılarda dünya ekonamilerini sarsan bunalım nedeniyle bütçeden yeteri kadar ödeneğin ayrılamaması izlemişti. Bütün bunlara karşın 1933’e kadar geçen 5 yıl içinde Millet Mektepleri’nden bitirme belgesi alanların sayısı 1.217.144’e ulaşmıştı. Bu, hiç de küçümsenemeyecek bir başarının göstergesi demekti. 1936’ya kadar bu okullara devam edenlerin sayısı 2.546.051’i bulmuştu (Mustafa Şahin, “Bir Halk Eğitim Çalışması Örneği Olarak Millet Mektepleri”, ÇTTA, 1, sa. 2).
Öte yandan Başöğretmen Atatürk’de yaşamının sonuna kadar yanındakilere okuma-yazma öğretmeye devam etmişti. Yeni abecenin uygulanmasına geçildiğinde Çankaya Köşkü’nün bahçesine bir karatahta koydurtmuş ve köşk çalışanlarının yeni yazıyı öğrenmelerini denetleyerek eksikliklerini gidermeye çalışmıştı. Şoförü Sadık Kutlu’nun yeni harfleri çok iyi öğrendiğine kanaat getirince onu aşçılara öğretmen yapmıştı. Böylece Çankaya’da yeni abeceye geçiş kısa sürede sağlanmıştı (AYA, 147). Atatürk daha sonraki yıllarda da evlat edindiği veya korumasına aldığı çocukların okuma-yazma öğrenmelerinde onların ilk öğretmeni olmayı bırakmamıştı. Bunun son örneği küçük Ülkü olmuştu.
Yeni Türk abecesi’nin getirdiği olumlu gelişmeler karşısında, önceleri böyle bir değişiklikle Batı uygarlığına ulaşılamayacağını öne sürmüş olan Fuat Köprülü, Cumhuriyet’in 15. yılında Ülkü dergisinde çıkan (No. 67, Eyül 1938) “Alfabe İnkılabı” başlıklı yazısında şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“On yıl bir milletin hayatında çok kısa bir zamandır. Böyle iken alfabe inkılapı, bu kadar kısa bir müddet içinde bile memleketin kültür hayatında da muazzam hamleler doğurmuş, çok feyizli (verimli) müsbet neticeler vermiştir.”
Latin kökenine dayalı yeni Türk abecesini saptayan komisyon, Dil Encümeni olarak kendisinden beklenen görevi sürdürmesi için dağıtılmamıştı. Üstelik yeni üyelerle genişletilerek Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı. Komisyonun Türkçenin dilbilgisi kurallarını saptaması ve Türkçe bir sözlük hazırlaması yanında dilin geliştirilip özleştirilmesi çalışmalarını yürütmesi de öngörülmüştü. Ancak çeşitli nedenlerle bu çalışmalardan beklenen sonucun alınmadığı görülünce yine Atatürk’ün kararı ile 1932’de Türk Dil Kurumu adıyla özerk bir kurumun oluşturulması yoluna gidilmişti.
Bu denli önemli olduğu için yeni abeceye ilişkin 1 Kasım 1928 günlü yasa, 1961 ve 1982 Anayasalarında korunmaları gereken devrim yasaları arasına alınmıştır.
(Kaynak: Şerafettin Turan, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik: Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Mart 2024 Dördüncü Basım, s. 498-507)